Türkiye’de Kürt Meselesi ve Devrimci Hareketin Görevleri

MESELENİN SUNULUŞU

Milli mesele bugün sol harekette en çok tartışılan konular arasındadır. Kuşkusuz bu tartışma üzerinde yer aldığı subjektif platformun bilinen olumsuzluklarını da aynen yansıtmaktadır. Sol harekette burjuva ideolojisinin şu ya da bu şekildeki uzantıları bu konuda daha "hassas" boyutlara ulaşmaktadır.

Marksistler her meseleyi sınıf mücadelesi açısından ele alırlar ve adı üzerinde "milli mesele" doğrudan şekilde (yani kendi başına bir bütün olarak) bir sınıf meselesi degildir. Bu yüzden proletaryanın enternasyonalist görevleri evrensel olarak milli görevlerden önde gelir. Milli mesele "tartışması" bir bakıma, enternasyonalizm ile milliyetçilik arasındaki bir tartışmadır. Türkiye’de milli mesele tartışması, bu iki dünya görüşü arasında bir çizginin nasıl çekileceğinde odaklaşmaktadır.

Marksizm-Leninizm adına, bir yanda ezen ulus milliyetçiliğine (şövenizıne) düşülürken, öte yanda ezilen ulus milliyetçiliginin demokratlığı sınırında kalınabilmektedir. Proletaryanın bağımsız siyaseti, milli mesele konusunda milliyetçiliğin her çeşidiyle mücadele edilerek -ezen ulus şövenizmini mahkum edip, ezilen ulus milliyetçiliğinin sadece demokrat yanı desteklenerek- korunabilir; bu ise enternasyonalist çizgiye sıkı sıkıya sarılmakla olur. Türkiye solunda, milliyetçiliğin bu iki biçimi ile de ayrım çizgisine sahip olmak doğrultusundaki bir milli mesele tartışması güncel görevdir. Bu her şeyden önce PRATİK bir sorundur. Sınıf mücadelesi içindeki görevlerin yerine getirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır.

Elbette bunun bir de "teorik" boyutu vardır. Milli mesele tartışmasında öne sürülen çeşitli "teorik" görüşler vardır. Her şeyden önce şu noktanın unutulmaması gerekir. Biz şimdiye dek çeşitli konulardaki teorik sorunları, Devrimci hareketin, siyasi mücadelenin gelişim seyrine göre gündeme getirmeye özen gösterdik; hayatla bağlantısı olmayan "teorik" tartışmalara itibar etmemeye çalıştık; siyasi pratiğe ışık tutan bir teorik mücadelenin taraftarı olduk. Aynı şekilde milli meselenin de şu andaki siyasi mücadelenin, sınıflar savaşının elverdiği ve gerektirdiği boyutlarıyla tartışılmasından yanayız.

Besbelli ki bu tartışmaya girişmenin temel bir öncülü vardır. Bu a milli meselenin ülke devriminin temel meselelerinden birisi olmasıdır. Ülke devrimi hakkında bir anlayışa sahip olabilmenin belli bir dünya değerlendimıesinden geçmesi gerektiği besbellidir. Öyleyse milli mesele konusunda bir "görüş", dünya değerlendirmesi ve devrim anlayışı çerçevesine oturtulmadıkça bir anlam ifade etmez. Lenin’in şu çok bilinen sözleri bunun anlamını kavratmaktadır:

"Marksist teorinin kesin gereği odur ki, herhangi bir toplumsal sorun incelendiğinde, o sorun belirli tarihi sınırlar içinde forrnüle edilmeli ve eğer özel olarak bir ülke söz konusuysa (örneğin belli bir ülke için ulusal program gibi) o ülkeyi öteki ülkelerden aynı tarihi dönem içinde ayırteden özellikler hesaba katılmalıdır" (UKTH, s. 60)

Milli mesele işte bu yöntem ışığında somut olarak kavranabilir. Burada bu kavrayışın üç biçimini hatırlatmak yararlı olacaktır. Birincisi, milli mesele dünya devrim süreci ışığında ele alınmalıdır. Böylelikle onun genel çözüm ilkeleri belirlenir. Günümüzde burjuva çözüm biçimleri iflas etmiş, milli mesele emperyalizmden kurtulma genel meselesi olarak sömürgeler meselesiyle kaynaşmıştır. Proletaryanın getirdigi çözümün kalıcı olacağı pratik olarak kanıtlanmıştır. Bir milli hareket emperyalizmi zayıflattığı ölçüde ilerici sayılır. İkincisi; milli nıesele ülkedeki devrim süreci ışığında ele alınmalıdır. Bu, Türkiye’de milli meselenin Demokratik Halk Devrimi çerçevesinde değerlendirilmesi demektir, genelin (dünya devrim süreci) özelde (ülke devrimi) belirmesi demektir. Böylece ezilen ulusun ayrılması, ayrılmaması ya da bölgesel özerkliğe sahip olması çözümlerinden birisi gerçekleşir. Ezilen ulusun milli hareketi ülke devrimini ilerlettiği ölçüde desteklenir. Üçüncüsü, milli mesele ülke devrim sürecinin içinde bulunduğu aşamanın somut değerlendirmesi ışığında ele alınmalıdır. Bu sorunun, devrimci mücadeleye dayattığı ve müdahale bekleyen sorunların ışığında ele alınması demektir. Örneğin partileşme süreci ve milli mesele bağlantısı, örneğin anti-faşist mücadelede ittifaklar sorunu ve milli mesele bağlantısı (CHP’nin şövenizmine karşı tavır) vb.

Tek cümleyle özetlemek gerekirse, milli mesele, proletaryanın iktidarı almasına bağımlı olarak ele alınır. Günümüz koşullarında proletarya ezilen ulusun demokratik bir talebi (UKTH) uğruna mücadele vermedikçe iktidarı alamaz, proletarya bu mücadeleyi vermedikçe ezilen ulus gerçek kurtuluşuna kavuşamaz.

***

Türkiye devleti çok uluslu bir devlettir. Türkiye’de ezilen bir Kürt ulusu vardır. Bir ülkede ezilen bir ulusun varlığı bu ülke devrimeilerine söz konusu ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını (ayrı bir devlet kurma hakkını) savunmayı kaçınılmaz bir görev olarak yüklemektedir. Milli mesele bu bağlam içinde, milli baskıya karşı çıkma ve milli baskının kaldırılması uğruna mücadeleyi programlaştırmayı zorunlu kılmaktadır. Türkiye’de KÜRT MESELESİ karşısında devrimcilerin takınacağı tutumun çıkış noktası kuşkusuz bu milli meseleyi Demokratik Halk Devrimi doğrultusunda programlaştırmaktır.

Demokratik Halk Devriminin sınıfsal hedefleri Kürt meselesindeki ulusal talepleri karşılayacak bir muhtevaya sahiptir, sahip olmalıdır. Türkiye’de milli meselenin özel konuluşu, bir başka ifadeyle, milli baskının uygulanışında (biçimlenişinde) ortaya çıkan özel durumlar, tarihsel gelişim sürecinde ve günümüz koşullarında devrim cephesini oluşturan proletarya ve köylülük, karşı devrim cephesini oluşturan oligarşik diktatörlük arasındaki sınıf savaşında aranmalıdır.

Kürt ulusu köylü bir ulustur. Kürt ulusunun milli baskıya karşı demokratik tepkisinde çıkış noktası, Kürt köylülerinin sınfsal talepleri olmak durumundadır. Kürt meselesinin sınıfsal özü burada belirmektedir. Yani, kendi pazarı için ulusal bayrağını açan bir Kürt burjuva hareketi söz konusu değildir. Kürt köylülerinin sınıfsal talepleri mihverinde ulusal özlemlerin ifade edilmesi yoluyla ezilen Kürt ulusunun demokratik halk devrimine kanalize edilmesi mümkündür. Mümkün olmaktan da öte somut devrimci görevdir.

Türkiye’de baş çelişme oligarşi ile halk arasındadır. Kürt-Türk uluslarının (ve diğer azınlıkların) meydana getirdiği Türkiye toplumunda (çok uluslu Türkiye devletinde) belirleyici saflaşmanın ezen ezilen ulus ayrımı temelleri üzerinde değil de sınıfsal ayırım temelleri üzerinde yükselmesi gerçeğini işte bu baş çelişme tespiti ifade etmektedir. Belirttiğimiz gibi bu sınıfsal ayırım bağlamında, yani sınıf mücadelesi perspektifinde milli mesele öz olarak oligarşinin faşist-şövenist uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Ezilen sınıfların, oligarşinin sınıfsal (ve Kürtler üzerinde ayriyeten ulusal) baskı ve terörüne yönelik demokratik muhtevalı mücadelesine paralel olarak, Kürt ulusunun ulusal mücadelesi de gündemdedir. Bu bağlamda, demokratik halk devriminin ayrılmaz bir parçası olan ezilen Kürt ulusunun mücadelesinin de hedefi oligarşidir. Bu parça (Kürtlerin ulusal talepleri) bu bütüne (demokratik halk devriminin programı hedeflerine) bağımlıdır.

Sömürge tipi faşizm bilindiği gibi ırkçı, şövenist, milli baskıcı politikalarıyla da karakterize edilir. Oligarşinin Kürt ulusu üzerinde sürdürdüğü milli baskı ekonomik temelini kendi sınıfsal sömürüsünün pekiştirilmesinde bulurken, siyasi planda onun faşist yönetim metotlarının ayrılmaz bir unsurunu oluşturmaktadır. Zoraki ve çelişkili bir sınıfsal temel üzerinde bütünleşen hakim ittifak’ın (oligarşinin) içindeki unsurları uzlaştıran en önemli olgunun Türkiye halklarının mücadelesi olduğu sürekli tekrarlanan bir gerçektir. Bu bakımdan, "komünizm umacısı" yanında "Kürtçülük tehlikesi"nin de sömürge tipi faşizmin baskı ve terörünün demagojik gerekçelerinden birisini teşkil ettiği unutulmamalıdır. Oligarşinin ekonomik, siyasi kültürel bakımdan Kürt ulusu üzerindeki köleleştirme uygulaması, Kürt köylülerinin sınıf mücadelesini ulusal baskı yöntemleriyle de pasifize etme, tecrit etme çabasının bir başka ifadesidir.

***

Emperyalizmin 3. bunalım döneminde emperyalizmin bir yeni sömürgesi olan Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü, emperyalizmden her türlü bağımlılıgın ortadan kaldırılması ve oligarşik diktanın yerine demokratik halk iktidarının kurulmasında yatmaktadır. Bu bütünlük içinde yer alan milli mesele anti-emperyalist anti-oligarşik devrim sürecinin gelişiminin somut bir parçası olmaktadır. Devrimci Hareketin gelişiminin bu evresinde, partileşme sürecinin yaşandığı günümüz koşullarında, milli meselenin bu süreç üzerindeki etkisini ve bu konuda getirilen görüşlerin (ve bunların "teorik" temellerinin) tartışmasını yapmak bir bakıma milli meselenin somut ele alınışı demektir. Bu doğrultudaki tartışmaya BİLDİRGE’de başlamıştık.

Bugün ülkemizde ulusal sorun çözülmemiştir. Özellikle Kürt sorunu ülkemiz devriminin temel sorunlarından bir tanesidir. Kürt sorunu bugünkü aşamada örgütlenme anlayışı bakımından da önemli bir yer tutmaktadır.

THKP-C hareketinin bu konudaki görüşleri şu şekilde özetlenmişti:

"Her şart altında, her zaman meseleyi misak-i rnilli sınırları içinde ele almak gerekir, veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır" diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri her iki tarafın burjuva ve küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani U.K.T.H.’nın öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar" (ASD’ye açık mektup)

Bu yaklaşım gerçekte genelinde doğru bir nitelik taşır. Ne var ki bu genel yaklaşım ülkemiz koşullarına uygun bir ulusal sorun programı ortaya koyamadığı için doğru olarak kabul edilemez. Bu eksiklik ezen ulus şövenizmine karşı ajitasyon-propagandının ihmali ile birlikte ele alındığında geçmişin bu yönden eleştirilme gereği ortadadır.

Günümüzde ulusal sorun o günün boyutlarından daha farklı ve daha geniş bir çerçeve içinde tartışılmaktadır. Bu sorunun doğru çözümü şüphesizdir ki, M-L ilkeler ışığında ülkemiz koşullarının ve Kürdistan’ın somut analizinin yapılmasıyla ve konunun bütünsel bir değerlendirilmesi ile mümkündür. Proletarya partisinin ulusal sorun konusunda U.K.T.H.’nın marksist-leninist kavranılışı doğrultusunda somut bir program ortaya koyması zorunludur. Ulusal sorun konusunda izlenecek politikanın dogrultusu proletarya partisi ve ülkemiz devrimi açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Ulusal sorun konusuna doğru yaklaşımın temel koşulu Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasıdır. Bu hak, Kürt halkının isterse bağımsız bir devlet olarak örgütlenme hakkı demektir.

Biz bugünkü koşullar altında böyle bir çözümü önermiyor, Kürt ve Türk halklarının oligarşik diktatörlüğe ve emperyalizme karşı ortak bir kurtuluş mücadelesi vermelerini Kürt ve Türk proletaryasının ortak örgütlenmesini ve her iki halkın özgür ve eşit temellerde gönüllü birlikteliğini savunuyoruz. Böyle bir birliğin temel koşulu ise Kürt halkının kayıtsız şartsız bir kendi kaderini tayin özgürlüğüne sahip olmasıdır. Bu özgürlüğü savunmadan birlik çağrıları oligarşinin şöven baskı siyasetinin gölgesinden kurtulamaz. Halkların birliği halkların özgürlüğünden geçer.

Ayrıca bugünkü koşullar altında Kürt halkının ayrılma hakkını kullanma doğrultusunda gerçekleştireceği demokratik muhtevalı bir mücadele karşısında devrimci tavır böyle bir mücadelenin desteklenmesinden başka bir şey olamaz. Yeter ki böyle bir hareket emperyalizmin güdümünde ayrılıkçı ve gerici muhtevaya sahip olmasın. Böyle durumda dahi, devrimciler böyle bir hareketi desteklemeseler bile, bu durumda ortaya çıkacak olan şöven terör politikasına karşı çıkmak yine devrimciliğin ön koşuludur.

Biz bugünkü koşullarda Kürt ve Türk proletaryasının (diğer azınlık emekçileriyle birlikte) milliyet ayrımını gözetmeyen ortak örgütlenmesini savunuyoruz. Ayrı örgütlenme, ayrı mücadele ayrılmayı mutlaklaştıran anlayışlara karşı olduğumuz gibi ortak örgütlenmenin mutlaklaştırılmasına da karşıyız. Sonraki koşullar tarafından ortaya çıkabilecek ayrılma durumunda proletarya örgütlenmesinin ayrılığı da zorunlu bir hale gelebilir.

Bugün ülkemizde ezen ulus şövenizmine karşı mücadele büyük bir önem taşımaktadır. Şöven milli baskı politikaları oligarşinin faşist politikalarının en temel bir unsurudur. Bu nedenle anti-faşist mücadelenin güncelligi gerekçesiyle ezen ulus şövenizmine karşı mücadeleden vazgeçilemez. Faşizme karşı ittifakları parçalamamak için "Halkların özgürlüğünü savunmaktan vazgeçilemez. Faşizme karşı mücadele milli zulme karşı mücadeleden ayrılamaz". (s. 44-46)

Kürt meselesine ilişkin görüşlerimiz kısaca bunlardır. Bu yazımızda bu konudaki sorunların belli başlılarını tartışmaya ve bu konulardaki görüşlerimizi açıklamaya çalışacağız.

II
KÜRT ULUSU ÜZERİNDEKİ MİLLİ BASKI ÜZERİNE

Milletler tarihsel olarak kapitalizm ile birlikte doğmuşlardır. Kapitalizm özünde bir baskı toplumu olduğundan bu doğuş elbette sancılı olmuş, bir millet içindeki sömürücü ve sömürülen ilişkisi milletler arasına da yansımış, ezen ve ezilen milletler, kısacası milli baskı da tarih sahnesine çıkmıştır.

Milli baskı karşısında gündeme gelen milli hareketler arasındaki farklılıklar milli baskının farklı karakterlerde olmasından kaynaklanmaktadır. Batı Avrupa’da milli hareketler, kapitalizmin feodalizme tepkisi olarak ortaya çıkmış, buradaki ülkelerde burjuvazinin önderliğindeki demokratik devrimlerin sonunda ulusal devletler kurulmuştur. Doğu Avrupa’da ise, eskiden beri çok milliyetli devletler bulunmaktaydı. Bu yüzden buradaki milli hareketler ezilen ulus burjuvazilerinin ezen ulus egemenlerine karşı kendi ulusal devletleri (pazarları) uğruna mücadeleleri şeklinde belirmiştir. Emperyalizm dönemine girildikten sonra milli mesele, ezen ulus burjuvazileri ile ezilen ulus burjuvazileri arasında bir mücadele olmaktan çıkarak ezilen miletlerin emperyalizme karşı bir tepkisi olarak gelişmiştir. Böylece de milli mesele tek tek ülkeleri ilgilendiren bir mesele olmaktan çıkarak dünya çapında genel sömürgeler meselesiyle kaynaşmıştır.

Emperyalizmden tam olarak kurtulmadıkça, milli meselede burjuva çözümlerde takılıp kaldıkça milli baskı ortadan kalkamaz. Bunun örneklerini genel olarak Birinci Dünya Savaşından sonra "ulusal devlet"ine kavuşan bir dizi ülkede ve özel olarak bu dönemde kurulan Türk devletinde görebiliriz. Bu ülkelerde ve özel olarak Türkiye’de emperyalizme karşı verilen kurtuluş mücadelelerinden sonra ülke içindeki milli baskı uygulamaları kesiksiz sürmüştür.

***

Milli baskının tarihsel konumu ve sınıfsal kaynağı ezen ve ezilen ulus arasındaki ilişkinin niteliğini belirler. Ezen ulus ve ezilen ulus arasındaki ilişki tarihsel ve yapısal olarak incelenmelidir. Milli baskı hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ediyorsa, alacağı biçim buna göre olacaktır. Dolayısıyla baskı altında tutulan kesimin konumu da buna göre ortaya çıkacaktır. (Besbelli ki, baskı altında olma, baskı altında tutulanın kendi başına irdelenmesiyle açıklanamaz. Bu bir sonuçtur. Önemli olan, bu sonucu ortaya koyan nedendir).

Ezilen Kürt ulusunun bağımlılık ilişkilerini kavrayabilmek onun içinde yer aldığı bütündeki somut konumunu irdelemekte yatar. Kürt ulusunun nasıl bağımlı kılındığına bakmak gerekir. Türk ulusu ve Kürt ulusu, aynı merkezi devlet sınırları içinde yaşadığı için, aynı iş bölümü çerçevesinde yer aldıkları için objektif olarak bu devlet içindeki aynı "ekonomik sistem" içinde de yer almış olurlar.

Türkiye’deki hakim üretim biçimi kapitalizmdir. Bu yapı içindeki Kürt toplumunda feodal üretim yaygındır, ama bu, hakim üretim biçimine bağlı, onun tarafından belirlenen bir feodalizm kalıntısından başka bir şey degildir. Ve kapitalizm ile aynı sistem (ekonomik yapı) içinde yer aldığından, kendi bünyesinde kapitalist öğeler de içerir. Kısacası, kapitalist bir pazara hizmet eden ve kendisi de yukardan aşağıya hızla kapitalistleşme özelliği gösteren bu üretim tarzını yarı feodal diye ifade etmek daha doğru olacaktır.

Bu kısa belirlemelerin ışığında Türkiye’nin Kürdistan’ı kendisine bağımlı kılmasının (daha açık ifadeyle, ezen Türk ulusu-ezilen Kürt ulusu ilişkisinin ortaya çıkmasının) araçları nelerdir, maddi temelleri nelerdir? Ezen ulus-ezilen ulus ilişkisinin Türkiye koşullarında ekonomik, siyasi, kültürel vb. alanlardaki boyutları nedir? türünden sorulara cevap vermeye çalışalım. (Bu soruların bütünsel bir cevabı ancak meselenin somut tarihsel ele alınışında saklıdır. Buna geçmeden önce Kürt ulusunun üzerindeki milli baskının haldeki konumunu belirlemek yöntem bakımından daha doğru olacaktır. Burada bu milli baskının haldeki görünümünü, yani bir sonuç durumu kısaca sunmaya çalışacağız).

Oligarşinin sınıfsal baskısının Kürt ulusu düzeyinde beliren biçimi milli baskı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu durum oligarşinin emperyalizme olan bağımlılık ilişkilerinden koparılamaz. Egemen sınıf iktidarının, emperyalizme göre biçimlendiği Türkiye’de, bu iktidarın çıkarları doğrultusunda ele alınması gereken milli baskı uygulaması kendi başına bir ilişki olarak ezen Türk ulusu-ezilen Kürt ulusu ikileminde açıklanamaz. Bu milli baskı uygulamasının kaynağı, günümüzde emperyalizmin Türkiye’deki uzantısı olan oligarşik diktatörlüktür. Oligarşi tüm faşist devlet aygıtıyla emperyalizmin yeni sömürgeci siyasetinin uygulayıcısıdır.

Burada oligarşinin Türkiye’de biçimlenişinin metropol ülkelerden farklı oluşu milli mesele bakımından da elbette önemli farklılıkları beraberinde getirmektedir. Emperyalist metropol ülkelerin ezilen uluslara uyguladığı milli baskı ile bu metropollere bağımlı bir devlet içinde uysulanan milli baskıyı birbirine karıştırmamak gerekir. Emperyalist metropollerin tarihsel gelişimlerine baktığımızda kabaca şunları görürüz. Burjuva demokratik devrimler ile birlikte kapitalizmin birinci döneminde ulusal devletler (homojen devletler) ortaya çıkmıştır. Bu ulusal devletler içinde milli baskı "yoktu". (İngiltere bakımından İrlanda Lenin’in deyişiyle bir "istisna"dır) Milli baskı yoktu ve burjuva demokrasileri vardı. Bu ulusal devletler kendi merkezi devlet sınırları dışında sömürgeler edindikleri ölçüde "yeni" çok uluslu devletlere dönüştüler. BUNLAR MİLLİ BASKIYI TA BAŞINDAN, SÖMÜRGECİ BASKI OLARAK GÜNDEME GETİRDİLER. Türkiye ise emperyalizme bağımlı yeni sömürge bir ülkedir. Oligarşi içinde emperyalist burjuvazinin doğrudan uzantısı olan yerli tekelci burjuvazi yönlendiricidir. Emperyalist burjuvazinin Türkiye üzerindeki milli baskısı "yeni sömürgeci" bir karakterdedir. Onun uzantısı olan yerli tekelci burjuvazinin diğer egemen sınıfların üst kesimleriyle birlikte oluşturdugu hakim ittifakın oligarşinin Türkiye halkları üzerindeki siyasi yönetim biçimi "faşizm"dir. Türkiye’de oligarşinin (ve özel olarak yerli tekelci burjuvazinin) Kürt ulusu üzerindeki milli baskısı ise elbette faşist bir karakterdedir.

Türkiye’de Kürt ulusu üzerinde uygulanan milli baskı, kırsal kesimde sürdürülen sömürünün muhtevasındarı ayrı olarak ele alınamaz. Türkiye’de egemen sömürü biçimi kapitalist sömürüdür. Diğer sömürü biçimleri buna bağlıdır ve buna hizmet eder. Bilindiği gibi, sömürü, tarımsal alanda da, üretim sürecindeki sömürü ve yaratılan değerlere üretim süreci dışında el konulması şeklinde iki biçimde tezahür eder.

Kürdistan’ın Türkiye parçasında üretim süreci içindeki sömürü ağırlıklı olarak yoksul köylülerin toprak ağaları tarafından el konulan emeğinde somutlanır. Bu sömürü ilişkisinde, feodal sömürüden kapitalist sömürüye dek çeşitli yöntemleri iç içe -ve hızla ikinci yönteme doğru bir değişim doğrultusunda- kullanılır. Bu aşamada gerçekleşen sömürüden, değer transferi yoluyla tekelci burjuvazi de yararlanır. Üretim süreci dışında gerçekleşen sömürüde de denetim (ve sömürünün kaymağı) yine tekelci burjuvazinin elindedir. Burada, yaratılan değerlerin değişimi yani ticaret yoluyla sömürü sözkonusu olduğundan pazarın denetimini elinde tutan yerli tekelci burjuvazi ve emperyalizm sayesinde köylüler iki kat sömürülmüş olurlar. Bu ilişkide "köylülerin üretimde kullandıkları girdileri değerlerinin üzerinde tekel fiyatı ile satın alırken, üretilen mallar ellerinden değerinin altında fiyatla alınmaktadır. Böylece kırsal kesimdeki geniş kitlelerin hem tekelci sermaye hem de tefeci ve toptancı tüccar ile çelişkileri ön plandadır." (Devrimci Yol, sayı 8) Türkiye genelinde kırsal kesim üzerinde işlerliğe sahip olan bu sömürü mekanizması elbette, Kürdistan bakımından da geçerlidir. Burada, üretim süreci içindeki sömürü esnasında feodal ilişkiler daha yaygındır. Sömürüyü bu ilişkiler çerçevesinde uygulayan toprak ağaları, Türk veya Kürt olsun en iri kesimleriyle oligarşi içinde temsil edilmektedir. Bu durum, kapitalist baskıdan ayrı bir feodal baskının olmadığını, tam tersine, ülkede geliştirilen çarpık kapitalizmin (emperyalizme bağımlılık yanısıra ve bunun bir sonucu olarak) önemli bir ayırdedici özelliği yansıtmaktadır. (Hakim ittifakın içindeki çelişmeler bu sömürünün paylaşılmasının bir ürünüdür.) Aynı şekilde sömürülme olgusunun daha çok üretim süreci dışında belirgin olduğu küçük üretici konumundaki Kürt köylüleri de oligarşinin bel kemiği tekelci burjuvazi ve öteki unsurları, tefeci ve toptancı tüccarların sömürüsünden muzdariptir. Görüldüğü gibi, Kürt köylülerinin toprak talepleri ürünlerini pazarlama sorunları vb. Türkiye’nin diğer emekçilerinin sorunlarından ayrı değildir. Aynı yerden, oligarşiden kaynaklanmaktadır. Köylü bir ulus olan Kürt ulusu üzerindeki milli baskı uygulayıcıları da işte bu sınıfsal baskının uygulayıcılarıdır.

Buradan elbette yerli tekelci burjuvazinin tek başına iktidarda olmayışı milli baskının biçimlenmesinde ve çözümünde (proğram hedeflerinde) başka noktaların da dikkate alınması gerektigini göstermektedir. (Ki bu durum zaten anti-oligarşik mücadelenin saf bir anti-kapitalist anti-tekel mücadele olmaması şeklinde ifade edilmektedir.) Oligarşi içinde emperyalizm ve yerli tekelci burjuvaziden başka tefeci tüccarların ve toprak ağalarının üst kesimlerinin yer alması Kürt ulusu üzerindeki milli baskının özuül biçimlenişinin bir başka nedeni olmaktadır. Bu bağlamda, Kürt meselesi ve toprak meselesi arasındaki ilişki özel bir önem kazanmaktadır. Bu Kürt köylülerinin anti-feodal mücadelesinin taşıdığı önemdir. Ancak bu mücadele yukarda değinilen nedenlerden dolayı tek başına bir anlam taşımamaktadır. (Kırsal kesim üzerinde genel olarak egemen sömürü biçimi kapitalizmdir, demiştik). Feodal sömürüye karşı mücadele toprak mücadelesi, kapitalist sömürüye karşı mücadelenin organik bir parçası olmakta ve tüm bu mücadeleler genel olarak anti-oligarşik ve anti-emperyalist mücadelede kaynaşmakta somutlaşmaktadır. Oligarşiye karşı verilen mücadele siyasi mücadeledir, iktidar mücadelesidir de. Kürt ulusu üzerinde milli baskı ile katmerleşen faşist baskı ve zulmün uygulayıcısı merkezi otoritedir, oligarşidir. Kürt halkının sınıfsal ve ulusal mücadelesi bu siyasi baskı mekanizmasının, tüm ezilen sınıflarla birlikte yıkılmasını amaçlayan bir program çerçevesine oturtulduğunda başarı şansına sahip olacaktır.

Toparlayalım.

Bütün bunlar Kürt meselesinin demokratik halk devriminin bir parçası haline geldiğini anlatır. Türkiye’de Demokratik Halk Devrimi, emperyalizm karşısındaki bir milli meselenin (Türkiye halklarının bağımsızlık meselesinin) de çözümü olacaktır. Ve bu milli mesele tek başına bir tarım meselesi değil, fakat genel olarak bir köylü meselesi olarak gündemdedir. Türkiye’de feodalizm yukardan aşagıya, geriletilmekte olduğundan toprak sorunu (anti-feodal mücadele) bu devrimin tek başına belirleyicisi olmaktan çıkmıştır. Demokratik Devrim, anti-oligarşik bir muhtevaya sahiptir. (Bak, BİLDİRGE, s. 41) İşte bu bütünlük içinde Kürt meselesi de özünde bir köylü meselesi olmakta ve çözüm hedefı oligarşinin yıkılması olmaktadır. Yani bir köylü meselesi olarak Kürt meselesi günümüz Türkiye’sinde bu toprak sorunu ile özdeş değildir. Vurulacak hedef tek başına feodalizm değildir, feodal sömürücülerin üst kesimlerinin de içinde yeraldığı oligarşik diktatörlüktür.

III
KÜRT ULUSU ÜZERİNDEKİ MİLLİ BASKININ TARİHSEL KONUMU

Kürt ulusu üzerinde uygulanan milli baskı bu ulusun "uluslaşma sürecinin çarpıtılmasının somut tarihsel konumunda" ifade edilmektedir.

Bunun tarihsel kökenlerini belirleyebilmek için feodalizme alternatif bir Kürt burjuvazisinin olup olmadığını araştırmak gerekir. Bu çaba ise söz konusu feodalizmin tarihsel yapılanışını niteliğini belirlemeyi gerekli kılar.

Kürdistan 1639 yılında Kasr-ı Şirin anlaşması ile Osmanlı ve İran devletleri arasında bölünmüştür. Bu durum yüzyıllardır, Kürdistan’ın her iki parçasında birbirinden farklı sosyo-ekonomik gelişmelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Kürtlerin 9 Ağustos 1529’da imzalanan Osmanlı-Kürt anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğuna katılmaları arasında ise feodal gelişme dönemi başlamıştır. 1639 yılında Osmanlılar tarafından İran’da bırakılan Doğu Kürdistan’da da bu tarihten beri değişik bir yapıda olmakla birlikte yine feodal bir gelişme görülmektedir.

Osmanlı Kürt kesiminde aşiret liderleri (ağa) ile ileri gelen ailelerin üyeleri (Begza, Begzade), vergi tahsili yükümlülüğü karşısında verilen bir çeşit tımar bağışı sayılan iltizam sistemi içinde, halk iradesinden bağımsız, mutlak nüfuz sahipleri haline gelmişlerdir. Fakat imparatorluğun emirlerin kolaylıkla ulaşabildiği kesimlerinde, Babialinin sık sık uyguladığı personel degiişiklikleriyle gerçek bir feodalizmin gelişmesi önlenirken Kürdistan’da mülk ve savaş asaletine dayalı feodal bir üst tabaka meydana gelmiştir. Ayrıca buradaki feodal beye Osmanlı ordusuna sağladıgı yardımcı birlikler karşılığında kendisine miras hakkı tanınmıştır. Buna karşılık İran Kürdistan’ında uygulanan Latifundaya sistemi özgür Kürt köylülerini topraksız hale 8etirnıiştir. (Dr. Heinz GSTREİN, Avukatsız Halk Kürtler, s. 62-63)

(Biz konumuz açısından Osmanlı devleti sınırları içinde kalan Kürdistan parçasının tarihsel konumuyla ilgilenmek durumundayız. Bu yüzden genel olarak Osmanlı toplumu -bütünlüğü- içinde Kürdistan parçasında milli baskının tarihsel kökenlerine bakmak bizim için yeterlidir.)

Yukardaki sorumuza dönersek, Kürdistan’da tarihsel olarak kapitalizmin yeşerememesinin nedeninin, onun içinde yer aldığı bütünde saklı olduğunu 8örürüz. Bu ise, belirttiğimiz gibi çok milliyetli Osmanlı devletinin yapısal bir özelligidir.

Mahir Çayan Osmanlı devletinin iki aşamada ele alınması gerektiğini söyler a) "Askeri Merkezi Feodal Osmanlı İmparatorluğu b) Komprador Feodal Osmanlı İmparatorluğu.

Bütün bu gelişmelerde burada bizim konumuz açısından önemli olan iki tespit üzerinde durmakta yarar var.

  1. Osmanlı toplumu, 18. yüzyıldan itibaren hızlı bir sömürgeleşme sürecine girmiş devlet hızla kompradorlaşmış ruşeym halinde yerli kapitalizm Avrupa kapitalizminin rekabetine dayanamayarak kavrulmuş, ekonomi feodal komprador bir yapıya sahip olmuştur". (Mahir Çayan) Osmanlı devleti bir yarı-sömürge olmuştur artık, yani kendisine ait bir sermaye birikiminin koşulları hemen hemen ortadan kalkmıştır.
  2. Osmanlı devletinde egemen milliyet açısından "iç ve dış dinamiğinin etkisi ile feodalizmin rahminden doğan devrimci bir burjuvazi gelişmemiştir." Yani kendi pazarını bilinçli bir şekilde koruyacak güçlü bir Türk burjuvazisi yoktur.

Bu eski tip çok milliyetli Osmanlı devletinin, bırakın kendisine sömürge edinme şansından söz etmeyi, eldeki bağımlı ülkelerini dahi sömürgeleştirmesi mümkün olamamıştır. Dahası merkezi devlet bir parçalanma sürecine girmiş, eskiden sahip olduğu toprakları da yitirmeye başlamıştır.

Osmanlı devleti sınırları içinde yer alan ve Batı Avrupa’ya yakın ülkelerde (coğrafi, kültürel, ekonomik v.b. nedenlerden ötürü) belli bir sermaye birikimi nispeten gerçekleşmiştir. Bu ülkeler burjuvazisi ekonomilerini merkezi devletten koparma ve ulusal devletlerirıi örgütleme eylemine girişmişlerdir. Çeşitli nedenlerden dolayı hâlâ merkezi devlete bağımlılığı süren bu türden ülkelerde ise, bu bağımlılıkların biçimi "Asya Despotizmi" bağlarından başka bir şey olmamış ve bu yolla tutsaklıkları sürebilmiştir.(1)

Bilindiği gihi o tipte bir devlet sistemi, ekonomik düzende kapitalizm öncesi ataerkil özelliklerin tam olarak egemen bulunduğu ve meta üretimi ile sınıf farklılaşmalarının pek azgelişmiş bulunduğu hallerde, büyük istikrarlığa sahiptir. Ama eğer devlet sisteminin açık bir kapitalizm öncesi karakter taşıdığı bir ülkede kapitalizmin hızla gelişmekte olduğu ulusal sınırları belli bir bölge varsa o zaman kapitalizm ne kadar hızla gelişirse, bu bölge ile, kapitalizm öncesi devlet sistemi arasındaki çelişki o ölçüde artacak ve daha ileri durumda bulunan bölgenin modern kapitalist bağlarla değil, "Asya Despotluğu" bağlarıyla bağlı bulunduğu bütünden ayrılma olanakları o ölçüde kuvvetlenecektir’ (Lenin, UKTH, s. 63).

Peki ya Kürdistan?

Merkezi Osmanlı devletinin diger parçalarında bu oluşumlar gündeme gelirken Kürdistan’da feodalizmin parçalanması mümkün olamamıştır. Bunun nedeni belirttiğimiz gibi, Osmanlı devletinin ekonomik yapısının bütünlüğünde saklıdır. Herşeyden önce Kürdistan biriminde merkezi ekonomiden daha ileri düzeyde bir gelişmenin maddi koşulları o dönem için ortaya çıkmış değildir. Bunun çeşitli göstergelerini kabaca üç maddede toplamak mümkündür:

  1. Birimin özellikleri (Osmanlı Kürdistanı)
  2. Bütün - parça ilişkisi (merkezi feodal otorite ile mahalli feodal otoriteler arasında).
  3. Emperyalizm

Kürdistan 17. yüzyıldan itibaren bir yanda İran Kürdistan’ı öte yanda Osmanlı Kürdistan’ı olarak parçalanmıştır. Osmanlı Kürdistanı 19. yüzyıla dek özerk bir yapıya sahip olmuş, kendine yeten (otarşik) bir birim özelliği göstermiştir. (Ekrat Beylikleri) 19. yüzyıla gelindiğinde merkezi otoritenin güçsüzleşmesine paralel olarak parça bütün sürtüşmesi de başlamıştır. Bu yüzyıldan itibaren Osmanlı devleti genelinde başlayan derebeylik dönemi (klasik anlamda feodalizme en yakın sayılabilen bir sosyo-politik yapı) Kürdistan özelinde de mahalli beylerin güçlenmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Tarihsel bakımdan Batı Avrupa’da feodalizmin parçalanması ve kapitalizmin oldukça yükselmesi demek olan bu dönemde, Kürdistan biriminde feodalizm pekişmeye yönelmiştir. Bu yüzden 20. yüzyılın başlangıcına dek gözlenen Kürt Hareketleri, mahalli feodal otoritelerin merkezi otorite karşısında kendi konumlarını koruma ve pekiştirme dogrultusunda bir muhtevaya sahip olmuştur. Bu Osmanlı devletinin Avrupa kıtasındaki parçaları ile arasındaki sürtüşmeler (ulusal pazar için mücadele) ve Kürdistan’daki durum arasındaki en önemli farklılığı yansıtmaktadır.

Kürdistan o yıllarda kapitalist sömürgeciligin henüz etkime alanına giremeıniştir. Bunu hem Kürdistan’da kapitalizmin iş sahasına yol açacak bir özelligin (örneğin güçlü bir hammadde deposu) keşfedilmemiş olmasında, hem de merkezi Osmanlı devletinden koparılması güç bir parça olması, gözden ırak olması, o dönem için merkezi devletin iç bölgeleri arasında sayılması v.b. özellikler ile açıklayabiliriz. (Ayrıca Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalist sömürgecilikte belli bir gerileme de gözlenmektedir. Emperyalizm dönemiyle birlikte sömürgecilik yeniden şahlanacaktır.) Merkezi Osmanlı devletinin parçalanma süreci hızlandıktan; Kürdistan (Musul) petrol yataklarının işletmeye açılmasından, Kürdistan’dan demiryolu geçmeye başladıktan v.b. gelişmelerden sonra kapitalist ülkeler buraya da göz dikmişlerdir. Kapitalizmin emperyalist karakter kazanması, bu parçanın çekip koparılmasında emperyalistler bakımından elverişli koşulların ortaya çıkması da demek olmuştur.

20. yüzyıla gelindiğinde Kürdistan’da feodalizmin bağrında yeşeren ve kendi pazarına sahip olmayı amaçlayan bir Kürt burjuvazisi hâlâ tarih sahnesine çıkmamıştır. Kürt burjuvazisi adına, batıdaki gelişmelerden etkilenen ve milli bilinçleri oluşmaya başlayan Kürt aydınları Kürdistan davasını gütmeye çabalamışlardır.

Bu arada Osmanlı merkezi otoritesi, bağımsızlıkçı Kürt hareketleri karşısında kendi "tedbirlerini" almakta gecikmemiştir. Bu konuda elbette en önemli silahı ümmet ideolojisi olmuştur. Bu yolla "Ermeni tehlikesi"ne karşı Hamidiye alayları gündeme getirilerek bir taşla iki kuş vurulmuştur. Hem iki mazlum halk birbirine düşürülmüş, hem de Kürt hareketleri karşısında bir denetim aracı oluşturmuştur.

Kürdistan emperyalizm çağına ve özel olarak Birinci Paylaşım Savaşına bu koşullar altında girmiştir.

Birinci Paylaşım Savaşı sırasında merkezi otoritenin Kürdistan üzerindeki denetimi tamamen ortadan kalkmıştır. Öte yandan merkezi Osmanlı Devleti ise emperyalistlerin paylaşacakları bir ziyafet sofrasına dönüşmüştür.

Savaş sırasında merkezi otoritenin denetiminin ortadan kalkmasıyla mahalli Kürt otoritelerinin muhatabı bundan böyle Kemalistler olmuştur. Bu konuda M. Kemal’in tutumu tartışılmalıdır.

Kemalistler emperyalizme karşı tavırlarının hemen yanında Kürt halkına karşı ilhakçı tutumlarını bir süre gizleyebilmiştir. Ne var ki bütün bu gelişmeler yanında Kemalistlerle Kürt mahalli otoriteleri arasında sürtüşme de gündeme gelmiştir. (Koçgiri) Bu durum ayrıca bir burjuva akımı olan Kemalizmin olumlu ve olumsuz yanlarının birlikteliğini ve genelinde istikrarsızlığının kaçınılmazlığını anlatır.

Kemalistlerle ilişkiler bu minvalde sürerken Kemalistlerin kolunun yetmedigi Güney Kürdistan’da (Irak) Kürtlerin doğrudan muhatabı İngiliz emperyalizmi olmuştur. Bu ilişki çerçevesinde Kürt feodallerinin bir kısmı emperyalistlerle uzlaşmışlar, bir kısmı da (özellikle son dönemde) silahlı direnişe başvurmuşlardır. Bu dönemde üstünde durulması gereken önemli bir nokta, esas olarak emperyalizm ile feodal ögelerin çatışmış olmasıdır (Feodalizmin parçalanmışlığına ve emperyalizmin işgaline karşı kendi ulusal pazarının bütünlüğünü korumaya hevesli bir Kürt milli burjuvazisi ortaya atılmamıştır. Belirttiğimiz gibi Kürt aydınları böyle bir misyonu yüklenmeye çalışmışlar ama Kemalistler kadar "başarılı" olamamışlardır, harekete damgalarını vuramamışlardır.)

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞININ ÖZELLİKLERİ VE KEMALİZM

Türk Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı sırasında gündeme gelen "haklı" bir savaştı. Bu paylaşım savaşından sonra bir dizi ulusal devlet yanında Türkiye Cumhuriyeti de kuruldu. Bu süreçte Türkiye’de milli meselenin somut tarihsel konumunu kavrayabilmek için emperyalist savaş sırasında ezilen ulusların ve savaştan sonra kurulan ulusal devletlerinin niteliğine bakmak yararlı olacaktır.

"Bağdaşmaz ulusal çelişkileri ve çok uluslu burjuva devletlerin iç bozukluğunu köküne kadar ortaya çıkarmış olan emperyalist savaş" sonrasında mağlup edilen Osmanlı Devleti de dağılmış, "ulusal sorunun burjuvazi tarafından en "köklü çözümü olarak yeni burjuva ulusal devletler" arasında Türkiye Cumhuriyeti de yer almıştı.
"Ama yeni bağımsız ulusal devletlerin kurulması milliyetlerin barış içinde yan yana yaşamasını gerçekleştiremedi ve gerçekleştiremezdi, ne ulusal eşitsizliğe, ne de ulusal baskıya son verdi ve verebildi" (Stalin, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, s. 258)

Bunun nedenlerini, burjuvazinin "en köklü" çözümü olan yeni burjuva ulusal devletin, aslında emperyalizm çağında bir çözümsüzlük olmasında aramak gerekir. Bu çözümsüzlük, hem Türk Kurtuluş savaşı sürecinde ve hem de bu savaşın emperyalizmden bir "kurtuluş" olarak noktalanmasında geçerlidir.

Bu kurtuluş savaşı burjuva muhtevasından dolayı bir bütün olarak hem ilerici hem de gerici özelliklere sahip olmuştur. Emperyalizme karşı tavır alışta beliren ilerici yan, genel olarak ezilen sınıflara ve özel olarak ezilen Kürt ulusuna karşı gerici bir muhtevayı da yanında taşımıştır. Bu dönemde Lenin ve Stalin’in Kemalistler indinde destekledikleri kuşkusuz yalnızca bu ilerici yanıdır. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, tutarsız burjuva önderliğinden dolayı (Türk küçük burjuvazisinin önderliği) "birinci evresinde" devrimin darbelerinin yabancı emperyalizme karşı yöneldiği bir evrede çakılıp kaldı. Stalin’e göre "Türk Devriminin (Kemalist devrim) ayırdedici özelliği (...) "ilk adımda gelişmesinin ikinci evresine tarımsal devrim evresine geçmeye bile kalkışmaksızın çakılıp kalmasıdır" Ve Sovyetler bu dönemde Ankara’ya yardım etmekte haklıydılar. Çünkü "Ankara’nın savaşımı emperyalizm güçlerini dağıtıyor, emperyalizmi güçten ve hükümdarlıktan düşürüyor ve böylece dünya devrim ocağının SSCB’nin gelişmesini kolaylaştırıyordu." (age, s.174)

Öte yandan, Kemalistler Türk ulusunun emperyalizmden kurtuluşu için "çaba" gösterdiler. Kürt halkına kurtuluş değil zulüm götürdüler, özgürlük değil ulusal boyunduruk götürdüler. Bu ise, sadece Kürt ulusunun değil, Türk ulusunun da gerçek özgürlüğe ulaşamamasından başka birşey olmamıştır, ve bir kez daha "ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağı"nın kuvvetle vurgulanmasıdır.

(Emperyalizm karşısında bir ezilen ulusun milliyetçiliği olan Kemalizmin ilerici yanı, aynı şekilde, ezilen Kürt ulusu karşısında ezen Türk ulusunun milliyetçiligi olarak şövenizm ile kucaklaşmıştır. Marksizm milliyetçiliğin burjuva özünü, onun ikili yapısını böyle ele alır.)

Kısacası, 1923 Kurtuluş Savaşı tamamlanmayan, bir burjuva demokratik devrim karakterindedir. Emperyalizme karşı tavır alışta çakılıp kalmış; toplumun demokratikleştirilmesi için cesaretli adımlar atamamıştır. Açıktır ki, bunun nedeni emperyalizın çağında burjuvazinin devrimci barutunun tükenmiş oluşudur. Ülkede burjuva demokratizmi doğrultusunda önemli adımlar atılmamıştır. Bunun yerine, burjuvazinin somut, sınıfsal çıkarları kapsamında yukardan aşağı bir demokratik devrirn rotası izlenmeye çalışılmıştır. Ezilen sınıfların en doğal ekonomik hakları yanısıra ezilen Kürt ulusunun haklarının gaspedilmesine de özen gösterilmiştir. Stalin, 1927’de Kemalizmin bu savaş sonrası karakterini şöyle özetler: "Kemalist hükümet işçi ve köylülere karşı mücadelenin bir hükümetidir." (Türkiye Üzerine, s.139)

Kurtuluş savaşıyla kazanılan ulusal devletin "siyasal bağımsızlığı" dahi korunmamış tam tersine adım adım emperyalizmin denetimine girilmiştir. Zaten böyle bir devlet "mali, iktisadi ve askeri bakımdan "büyük" emperyalist devletlere bağımlılaşmadan varolamaz"dı. (Stalin, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, s.158)

Feodalizme karşı devrimci bir mücadele verilmediğinden, toprak sorunu çözülmediğinden, ezilen Kürt ulusu üzerindeki milli zulüm katmerli bir şekilde sürdürülmüştür.

Şimdi konuya dönerek Türkiye Cnmhuriyeti kurulduktan sonraki gelişmelere bir göz atabiliriz.

Kemalist diktatörlük dönemi, hem emperyalizmden nispi bağımsızlaşmanın hem de emperyalizme kaçınılmaz bağımlılığın gerçekleşmesinin bir arada yaşandığı bir dönemdir. Türkiye Cumhuriyeti sonuç olarak yarı-sömürue bir ülke durumuna dönmeye başlamıştır. Kemalistlerin Kürt ulusu üzerindeki baskı ve terörü azgın boyutlara ulaşmıştır. Kemalistler bu milli zulmü "ilericilik" adına, "milli kurtuluş"un korunması adına gündeme getirmişlerdir. Gerçekten de bu "milli kurtuluşçular" Kürt ulusu üzerinde "milli katliamlara" başvurmaktan geri durmamışlardır. Emperyalizme karşı ilerici bir muhtevaya sahip küçük burjuva milliyetçiliği bu kez de şövenizm olarak Türk burjuvazisinin davasının en kanlı bayraktarlığını yüklenmiştir.

Ortaya konulan sonuçlar bakımından Kürt Ulusal direnişlerinin kanlı bir şekilde bastırılması, bir ulusun varlık koşullarının imha edilmesine yönelik katliamların gündeme gelmiş olması, milli meselenin değerlendirilmesi bakımından Türkiye Marksistlerine ibret verici dersler sunmuştur.

Bir ulusal ayaklanma "ayrılıkçı" dahi olsa, Marksistler ezen ulus burjuvazisinin katliamcı siyasetlerine destek olamazlar.

Ne yazık ki, Türkiye’de bu tutum "marksizm" adına gündeme getirilmiştir. 50 küsur yıllık "geçmişin" degerlendirilmesinde, Kemalizm kuyrukçuluğunun ulaştığı bu igrenç tutum, bütün çıplaklığı ile kabul edilmeli, geçmişin bu soydan bir "miras"ı günümüz pratiğinde kesinkes reddedilmelidir.

Kurtuluş savaşı sonrasının gelişimi şu biçimde özetlenebilir: "Cumhuriyet reformcu burjuvazi, küçük burjuvazi, radikaller, tefeci bezirgan ve eşraf devletiydi. Hakim ittifak burjuvazinin bütün fraksiyonlarıyla toprak ağalarından oluşmaktaydı. Yönlendirici güç, mili burjuvaziydi. (Reformist burjuvazi) Tekelci kapitalizm şartları içinde yıllar ilerledikçe reformcu burjuvazi ekonomik hayatta etkisini yitiriyordu ve dışa bağımlı unsurlar egemen oluyordu. Emperyalizm iyice içeri sızıyordu. Ve daha çok toprak ağalarına ve tefeci bezirganlara dayanıyordu. Tekelci burjuvazi de yavaş yavaş güçleniyordu." (Mahir Çayan, Devrimci Yol, sayı 1)

Emperyalizmin, yeni-sömürgecilik metodları da bu dönemde, ülkedeki siyasi iktidarın biçimlenişinde de önemli değişiklikler yarattı. Hakim ittifak içinde yönlendirici güç, emperyalizmin uzantısı durumundaki işbirlikçi tekelci burjuvazi oldu. Hakim ittifak, süreç içinde oligarşik bir karakter kazanmaya başladı. Oligarşi, siyasi planda, faşist yönetim metodlarını gündeme getirdi.

Bu değişikliklerin milli meselede ne gibi sonuçlar ortaya koyduğuna bakalım. Anlaşılacağı gibi, en önemli değişiklik milli baskının uygulayıcıları bakımından olmuştur. Özellikle yerli tekelci burjuvazinin etkinlik kazanmaya başlamasıyla birlikte, Kürdistan’ın ekonomik olarak ilhak edilmesinin önemi artmış ve bu doğrultuda bir taım tedbirler gündeme getirilmiştir. Bu oluşumu, Türkiye’de emperyalizme bağımlı, yani yukardan aşağıya geliştirilmekte olan kapitalizmin yarattığı yeni koşullar ve ilişkiler olarak görmek gerekir.

Bu ise, Kürt ulusu üzerindeki milli baskının bu koşullarda biçimlenişinin emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamaları ışığında ele alınması demektir. Oligarşinin sınıfsal baskısının, Kürt ulusu üzerinde milli baskı düzeyinde biçimlenmesidir söz konusu olan... Emperyalizmin yeni-sömürgeci ilişkilerle, Türkiye gibi geri bıraktırılmış ülkenin milli bağımsızlığına da kısmen el koyması doğrultusunda, oligarşinin, kendi devletindeki ezilen ulusa milli baskı uygulaması oligarşiye bu konuda yeni bir "görüntü" kazandırır. (İşte bu görüntü kimi aklı evvellerce "sömürgecilik" diye yorumlanabiliyor. Besbelli ki, aslında sömürgeci olan emperyalizmdir. Emperyalizm, sermaye ihracı vb. yollardan bir bütün olarak ülke ekonomisinin gelişimini kendine bağımlı kılmıştır. Siyasi bağımsızlığına dahi göz diktiği, bu sözde bağımsızlıgın yani devlet eğemenliğinin dahi işleyişini kendine göre yönlendirdiği bir yeni-sömürgeye sahiptir. Bu bağlamda, oligarşinin milli baskı altında tuttuğu ezilen, Kürt ulusu da, emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamasıyla karşı karşıyadır.)

KÜRT ULUSAL HAREKETLERİNİN SINIFSAL MUHTEVASI VE BU HAREKETLERİN ANTİ-EMPERYALİST ANTİ-OLİGARŞİK HALK CEPHESİ İÇİNDE YER ALMASI

Kürt burjuvazisinin kendi ulusal pazarı için mücadeleye atılmasından bahsedilemeyeceğini belirtmiştik. Böyle bir şey ezen ulusa (merkezi otoriteye) ya da feodalizme ya da emperyalizme karşı Kürt burjuvaları önderliğinde bir mücadele geleneği olmadığı anlamına gelir.

Kürt mahalli feodallerinin önce merkezi feodal otoriteye, sonra cumhuriyet dönemindeki merkezi otoriteye karşı yürüttükleri mücadelenin sınıfsal hedefleri nelerdi? Osmanlı döneminde merkezi otoriteyle olan sürtüşmelerin ana eksenini kendi mahalli erklerini pekiştirme olgusu oluşturuyordu. Cumhuriyet döneminde ise, bu erkin tamamen ellerinden alınmasına karşı direndiler. Özellikle, bu dönemde ortaya koydukları talebin "şeriatın geri getirilmesi" olması onların sınıfsal arzularının sembolik ifadesi oluyordu. Ne var ki, bu ulusal direnişler, maruz kaldıkları milli baskı karşısında "ulusal varlığın korunması" gibi bir muhtevaya da sahipti ki, bu durum, meselenin ilerici kapitalizm ile gerici feodalizmin çekişmesi şeklindeki basit ve yüzeysel (sonuç itibariyle de Türk şövenizmini mazur gösteren) bir değerlendirilmesini geçersiz kılmaktadır. Çünkü, Kürt feodallerinin önderliğine rağmen bir bütün olarak, Kürt ulusu kendi ulusal varlığının korunması uğruna milli katliamlara karşı, imha hareketlerine karşı direnme hakkını kullanmıştır. (Öte yandan, Kürt halkının kendi sınıfsal talepleri için mücadeleye atılmamış olması durumu, yani feodallerin önderliği, bu direnişlerin birer "halk hareketi’ olmadığını göstermektedir.)

Bu süreç boyunca Kürdistan’da ulusal hareketler bir toprak sorunu mihverinde gündeme gelmemiştir. Elbette feodallerin böyle bir soruna sahip çıkmaları maddenin tabiatına aykırıdır. Ayrıca belirttiğimiz gibi, bu sorunu bahane edip Kürt köylülerini yedeğine alarak "rakibi" olan Türk burjuvazisinin karşısına çıkmaya hevesli bir Kürt burjuvazisi de yoktu. Stalin’in ulusal sorunun her zaman toprak sorunu olamayacağı şeklindeki açıklamalarını hatırlarsak, Kürt ulusal hareketlerinin sınıfsal muhtevası hakkındaki bu belirlemelerimiz bir anlam kazanır. Çünkü Kürt feodalleri Kürt köylülerini dinsel taleplerle (şeriat) peşlerine takmışlardı.

1940’lardan sonra ise, o zamana kadar ulusal direnişleri yönlendiren Kürt egemenleri "bağımsızlık" bayrağını ellerinden bıraktılar. Bunun böyle olmasının nedenlerini direnişin çok canlı bir şekilde bastırılmış olması gibi gerekçelerden ziyade, dünya genelinde emperyalist sömürü biçiminde meydana gelen değişikliklerde aramak doğru olacaktır. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Türkiye’de yukardan aşağıya gündeme getirilen kapitalizm, Kürt egemenleri için bir tarihsel fırsat şeklinde belirdi. Bu Kürt egemenlerinin daha kârlı sömürü imkanlarına sahip olabilmeleri demekti. Bu durum Kürt egemenlerini, hakim ittifak içinde yer almaya ve Türkiye egemenleriyle bütünleşmeye zorladı. (Elbette bir kısmı daha önceden bu yere oturmuştu bile.)

Bütün bu gelişmeleri burada ayrıntısıyla anlatmamız mümkün olmamasına rağmen şunlara işaret etmek yararlı olacaktır. Bu oluşumların Tükiye koşullarındaki somut sonucu ve sentezi olarak, günümüz yeni-sömürge Türkiyesi’nin dünya ekonomisi içindeki yeri ve kendi ekonomik yapısı çerçevesinde, Kürt burjuvalarının milli (Kürtlere ait) bir pazar sorunu ortadan kalkmıştır. (Zaten eskiden de böyle bir sorun gündeme gelememişti.)

Bugün Türkiye’de genel olarak, Türk olsun, Kürt olsun burjuvazi sınıfı emperyalizmle işbirliğini daha kârlı bulmaktadır. Yeni sömürgecilik burjuvaziye bunun imkanlarını sağlamıştır. Aynı şekilde Türk olsun, Kürt olsun, feodal güçler ise, emperyalizm Türkiye’yi denetimine aldığından bu yana, onun gözde müttetiklerinden birisi oldular. Ve emperyalizm sayesinde, yukarıdan aşağıya kendi yapılarını degiştirerek kapitalistleşmeye yöneldiler. Örnegin, Marshall yardımı ile birlikte Kürdistan’ın Türkiye parçasında tarımda kapitalizmin gelişmesinin hızı bu bölgenin geriliğinden de dolayı, oran olarak Türkiye genelinden daha yüksek bir düzeye sahiptir. Buradaki, feodal yapı yukardan aşağıya hızla parçalanmıştır ve parçalanmaktadır. Kürt feodalleri süreç içinde hakim ittifak içinde yer almışlardır. Bu gün, oligarşi içinde tekelci burjuvazi ve pre-kapitalist unsurlar arasındaki sürtüşmeler, açıktır ki, ikincilerin Kürt oluşundan kaynaklanmamakta, sömürü sofrasını talan etme sorunu söz konusu olmaktadır. Yani ezen ulus-ezilen ulus egemenleri çekişmesi değil de, deyim yerindeyse "kozmopolit" bir çekişıne sürdürülmektedir. (2)

SONUÇ OLARAK

Artık Kürt egemen sınıfları, genel olarak, Kürt ulusal hareketinin dışındadırlar. Bugün Kürt ulusal hareketinin muharriki esas olarak Kürt köylülerinin sınıf mücadelesidir. Bu yüzden, Kürt ulusal hareketi, günümüzde, bir halk hareketidir. Türkiye genelindeki anti-emperyalist ve anti-oligarşik halk hareketinin bir parçasıdır.

Demek ki, Türkiye’de sınıflar mevzilenmesi, bu merkezi sosyo-ekonomik yapı içinde ezen ulus ve ezilen ulus bakımından farklı düzeylerde olmamaktadır. Türk proletaryasının karşısında yeralan bir Türk burjuvazisi ve Kürt proletaryasının karşısında yer alan ayrı bir Kürt burjuvazisi şeklinde bir ayrım saçmadır. Türkiye proletaryasının karşısında bir Türkiye burjuvazisi vardır. Bu devlet sınırları içinde bütün ezilen sınıflar ulus ayırımı gözetmeksizin bu devletin sahibi olan egemen sınıflara karşı mücadele vermek durumundadır.

(Bunun örgütsel konumunu ileriki bölümlerde ele alacağız.)

Türkiye’de milli meselenin somut tarihsel konuluşu bu bağlamda hayati bir öneme sahiptir. Farklı ülkelerdeki gelişmeleri ve durumları bire bir şekilde Türkiye’ye uygulama çabaları şiddetle eleştirilmelidir.

Örneğin, Çarlık Rusyası da çok uluslu bir devletti. Kapitalizm bu devlet sınırları içinde kendi iç dinamikleriyle ve özellikle ezilen milliyetler topraklarında gelişme imkanını buldu. Bu merkezi devlette, ezilen ulus burjuvaları kendi ulusal pazar talepleri doğrultusunda ezilen sınıfların ve egemen ulusun liberal burjuvazisinin merkezi otoriteye (otokrasiye) yönelik mücadelelerinde müttefik olabildiler. (Ayrılıkçı tutumları savunduklarında dahi, bu ezilen ulus burjuvazilerinin milliyetçiliklerinde demokratik bir muhteva bulunmaktaydı ve söz konusu ittifak bu muhteva çerçevesinde gündeme geliyordu.) Bu merkezi devlette otokrasiye karşı mücadelede genel olarak sınıfsal yan ağır basmaktaydı.

Ya da Çin, Vietnam vb. sömürge yarı-sömürge ülkelerdeki duruma bakalım. Buradaki "ezilen ulus" tek bir ulus olabileceği gibi çeşitli milliyetlerden halkların oluşturduğu heterojen bir "ulus" da olabiliyordu. (Çin ulusu, Vietnam ulusu vb.) Bu ezilen ulusun milli busjuvazisi ezilen sınıflarla birlikte emperyalizme tavır alabilmektedir. Yani milli burjuvazi kendi pazarını emperyalistlere karşı korumaktadır. Ve ülke genelindeki mücadelede ulusal yan ağır basmaktadır. Gündemin birinci maddesi bir avuç vatan haini dışındaki bütün ulusun emperyalizmden kurtuluşudur.

Yarı sömürge ve yarı feodal bir ülkede açık emperyalist işgalin olmadığı koşullarda milli burjuvazi, demokrasi için, pazar için ezilen sınıflarla birlikte feodalizme karşı tavır almaktadır. Yani bu durumda burjuvazi, pazarını, esas olarak feodallere karşı korumaktadır. Bu mücadelede sınıfsal yan ağır basmaktadır.

Her iki durumda da (yani, ya anti-emperyalist mücadelenin ya da anti-feodal mücadelenin ağır bastığı durumlar) görüldüğü gibi burjuvazi ezilen sınıflarla kendi pazar sorunu noktasında ortak hareket etmektedir. Yani her iki durumda da hem anti-feodal hem de anti-emperyalist mücadele gündemdedir. Bu nokta önemlidir. Çünkü ulusal ve sınıfsal mücadelenin birlikteliğini ve her iki mücadelenin ittifaklarındaki sınıfsal çıkarların çakışmasını gösterir.

Türkiye’de meselenin konuluşundaki farklılıklar nelerdir? Bu, Türkiye’nin bir yeni sömürge ülke olması özelliğinde saklıdır. Türkiye de çok uluslu bir devlettir. Ama Çarlık Rusyası’ndan farklı olarak, kendi iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizm (bırakın ezilen ulusu) ezen Türk ulusu açısından bile söz konusu değildir. (Yani ezen Türk ulusu da bir bakıma çarpık bir uluslaşma süreci yaşamıştır ve yaşamaktadır) Burada ezilen ulus burjuvazisinin devrimci mücadelesinden söz etmek mümkün değildir.

Çin, Vietnam vb. ülkelerden farklılığı ise, Türkiye’nin artık bir yarı feodal ülke olmayışıdır. Yani hem emperyalizm karşısındaki ezilen Türkiye halklarının sahip olduğu milli mesele bakımından, hem de özel olarak oligarşi karşısındaki ezilen Kürt ulusunun sahip oldugu milli mesele bakımından, anti feodal mücadelenin belirleyiciligi ve bir milli burjuvazinin (genel olarak Türkiye milli burjuvazisi ve özel olarak Kürt milli burjuvazisi) rolü ortadan kalkmıştır. Kürt milliyetçiliği, oligarşinin, milli baskısına karşı bir mücadele olarak küçük burjuva Kürt unsurları (aydınları) tarafından temsil edilmektedir.

DİPNOTLAR
1)  Bu durum Asya Tipi Üretim Tarzı tespitleriyle karıştırılmamalıdır.

2) Emperyalizmin III. Bunalım döneminden önce genel olarak yarı sömürge ülkelerde feodalizm ile bu ülkeler burjuvazisi (komprador burjuvazi hariç) arasında bir sürtüşme ortaya çıkmaktaydı. Bu ülkeler burjuvazisinin pazar sorununun kaynağı feodalizm (onun parçalanmışlığı) olduğu müddetçe burjuvazi hedef olarak feodalizmi alırdı. Ve bu burjuvazinin demokrasi mücadelesi feodalizme karşı olmak şeklinde belirirdi. (Demokrat burjuvazi). Zaten emperyalizm de, komprador burjuvazi yanısıra, bu yarı-feodal ülkenin siyasi rejiminin asıl temsilcileri olan feodallerle ilişki kurardı. İşte bu ülkeler burjuvazisi kendi pazarını feodallerden olduğu kadar empeıyalist burjuvaziden de korumak uğruna milli bir karaktere sahip olurdu.
Kürt burjuvaları hiç bir zaman kendi ulusal pazarlarına sahip olamadılar. Sürecin ta başında, merkezi otoritenin pazarında gelişme "imkanına" sahip oldular. Türk burjuvaları ile aralarında bir ulusal rekabet olmadı, bir ulusal pazarı paylaşma sorunu olmadı. Rekabet ve pazar sorunları kelimenin dar anlamıyla gündeme gelmiş olsa bile bu aynı ekonomik yapı içindeki bir burjuvazinin bir iç sorunu olarak kaldı ve kendi kuralları çerçevesinde çözümünü buldu.
Böyle bir süreç içinde gelişen Türkiye burjuvazisi sonuç olarak feodal unsurlar ile hakim ittifak içinde uzlaşma yollarını buldu. Bilindiği gibi bu tarihsel uzlaşmanın kaynağı, ülkede kapitalizmin özgül gelişme biçimine sıkı sıkıya bağlıdır. Emperyalistler her iki kesim arasında denge sağlıyordu. Kemalistler ise özel olarak burjuvaziye hizmet etme tarihsel misyonunu yüklendiler.

 

   

Biradım Dergisi Web Grubu 2003-2004 email: web@devrimciyol.org