|
|
Sömürge, Yarı Sömürge Ülkelerde ve Türkiyede Faşizm DY, Sayı: 13 15 Ocak 1978 "Önceden tasarlanan bütün kalıplara karşıyız. Herhangi bir yerde veya her yerde belli kalıplara göre davranmak yerine somut durumu -belli bir yer ve zaman içinde- ele almak ve buna göre davranmak istiyoruz. Değişik durumlarda sosyalistlerin davranışları aynı olamaz. Her aşamada, devrimci hareketin bu aşamadaki durumu, somut meselelerini tespit etmek ve çözmek için sınıf kavgasının ve kitlelerin sınıf bilincine varmalarının bütün aşamalarını ciddiyetle göz önüne almak istiyoruz." lG. |
![]() |
Dimitrov, Faşist Saldırı ve Emekçi Sınıfın Faşizme
Karşı Savaşı Açısından Üçüncü Enternasyonalin Ödevleri,l935)
FAŞİZM ve faşizme karşı mücadele konusunda, ülkemizde en önemli hatalı eğilimin, sorunun hep "genel olarak" ele alınarak somuta indirgenmemesi olduğunu belirtmiştik. Bu yöntemsel sakatlık faşizme karşı mücadelenin somutunda da daha kuvvetle tekrarlanır. Üstelik artık burada söz konusu olan somut siyasi görevlere ilişkin yanlışların gündeme getirilmesi, proletaryanın lve emekçi halkların) mücadele hedeflerinin saptırılmasıdır. Faşizm sorununun (bu şekilde) anti-Marksist bir ele alınışında faşist diktatörlüğün kapitalist Avrupa ülkelerindeki (1920lerin sonlarında ortaya çıkan) biçimleriyle özdeşleştirilmesi şeklinde bir yaklaşım ortaya konur. Buradan hareketle, burjuva demokratik devrimlerini tamamlamış ülkeler için geçerli olan öneri ve uygulamalar ülkemize aynen aktarılmaya çalışılır. Bu şekilde karşılaştığımız durum, ülkemiz için geçerli olamayacak hedeflerin, mücadele metodlarının ve oportünist fikirlerin, dogmatizme has bir "ortodoks" görünüş altında, şatafatlı bir şekilde savunulmasından başka bir şey değildir. Dogmatizm daima, zaman ve mekan unsurlarındaki farklılaşımları, değişimleri saklayarak, "unutarak" ortaya çıkar. İlginçtir ki, bu şekilde Marksizmin tüm özünü yok edenler, başka ülkelerde ve farklı koşullarda ortaya çıkan uygulama ve önerileri, mekanik bir şekilde ve kaba tarihsel paralellikler kurarak savunanlar, devrimcileri hep Marksizmi inkar etmekle, "revize" etmekle suçlarlar. Kitle, Yürüyüş ve diğer revizyonist yayınlarda bunun sayısız örneklerini bulmak mümkündür. SÖMÜRGE TİPİ FAŞİZM (I) "Kitle" dergisinde, -sözüm- ona Devrimci Yol Dergisinin görüşlerine "eleştirilerin" döktürüldüğü tefrikalardan birinde şöyle yazılıyor: "... İşçi sınıfı biliminde faşizmin klasikleşmiş tanımlaması vardır. Türkiyedeki burjuva egemenliği bu tanıma uyuyorsa ülkemizde faşizm var demektir. Aksi halde "sömürge tipi faşizm", "gizli emperyalist işgal" v.b. anti-Marksist tanımlamalar Marksizmi revize etmekten başka anlama gelmez." Ne kadar kolay değil mi? Eline "tarif"i alacaksın, koyacaksın Türkiyenin üstüne. Eğer uyuyorsa, tamam. Yok eğer uymuyorsa faşizm yoktur ve burjuva demokrasisi vardır. Gerisi artık "işçi sınıfı bilimi" diye diye papağanlık etmeye kalıyor: Marksist teoriyi körün değneği sanıyor şaşkın! Oysa ne devrimciliğin böyle bir körlüğe benzer bir yanı vardır, ne de Marksizmin körün değneğine benzer yanı. Marksizmde kavramların, soyutlamaların ve genel formüllerin mutlaklaştırılmasına, fetişleştirilmesine ve böyle mekanik uygulamalara yer yoktur. Geçen sayıdaki yazımızın sonunda da belirttiğimiz gibi, Dimitrov, Komünist Enternasyonalin 7. Kongresi Raporu üzerindeki son konuşmasında; görüşmeler sırasında sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki faşist hareketlerin gelişmekte olmasına işaret edildiğini hatırlatarak, buralarda gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen türden faşizmin söz konusu olamayacağını vurguluyordu. Dimitrov, buralarda baştan başa özel ekonomik, politik ve tarihsel koşullara göre faşizmin özel biçimler alacağını söylüyor ve genel formüllere sarılıp kalanları daima hedefi şaşıran yaman silahşörlere benzetiyordu. Aslında "alırsın klasikleşmiş faşizm tarifini eline, Türkiyeye uyup uymadığına bakarsın" diyenleri ya da genel tarifler ve devlet üstüne gevezelik edip duranları Dimitrovun "hedefi daima şaşıran yaman silahşörler"ine benzetmek de mümkün değil. Çünkü "bizim silahşörlerimiz" daima "kuru sıkı" atarlar! Sömürge tipi faşizm "anti-Marksist bir tanımlama"ymış! Her siyasal olgu gibi faşizm de egemen sınıflar ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin -belli ekonomik, tarihi, sosyal, siyasal, psikolojik koşullardaki- gelişiminin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Faşizm emperyalizmin gelişimine bağlı olarak; finans kapitalin eğilimlerinin bir ürünü olarak doğmuştur ve emperyalizme bağlı olarak gelişen her şey gibi lyalnız finans kapital egemenliğinin var olduğu yerler için geçerli olmayıp) uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde de ortaya çıkan faşizmin, buralardaki özgül koşullara uygun bir niteliğe bürünmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle bizim gibi ülkelerde faşizm ve faşizme karşı mücadele sorununun, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin özgül yapıları, sınıf mücadelesinin bu ülkelere has bileşenleri ve biçimlenişi göz önüne alınmaksızın, doğru olarak kavranılması olanaksızdır. (II) Dimitrov, burjuva demokratik devrimlerini tamamlamamış, yarı sömürge niteliğindeki Güneydoğu Avrupa ülkeleri ile ilgili olarak, faşizmi incelerken şöyle diyor: "... Güneydoğu Avrupa ülkelerindeki özel şartlar faşizme kendine özgü bir nitelik kazandırmaktır. Bu özellik, örneğin İtalyanın (ve Almanyanın - D.Y.) aksine faşizmin iktidara bir kitle hareketinin sonucunda aşağıdan g,elen değil, yukarıdan gelen bir hükümet biçimi halinde ortaya çıkmasından doğmaktadır. Faşizm, devlet gücünün denetimini, burjuvazinin askeri gücünü ve banka sermayesinin mali olanaklarını eline geçirerek kitlelere işleyip yayılmak ve kitleler arasında ideolojik politik ve örgütsel bir temel yaratmak çabasındadır."1 Dimitrov "Faşizm ve Sarı Sendikacılığa Karşı Mücadele" makalesinde Güneydoğu Avrupa ülkelerine ait (sömürge-yarı sömürge ülkeler açısından genellik taşıyan) özellikleri şu şekilde özetliyor: "Balkanlarda ve Macaristanda burjuva demokratik devrimi henüz tamamlanmamıştır. Burjuvazi kendisini ideolojik ve politik alanlarda feodalizme ve geçmişteki monarşiye karşı halka yol göstermek gibi devrimci görevlerinden hiçbirini yerine getirememiştir. Böyle bir burjuva demokratik devrimi yapılamadığı için köylüler toprak sahibi olamadılar. Üstelik ilkel sermaye birikimini sağlamak için yapılan insafsız bir sömürünün ve yağmanın hedefi haline geldiler. Feodalizm ortadan kaldırılamadı. Ulus sorunu çözülemedi. Balkan ülkeleri ve Macaristan emperyalizmin yarı sömürgesi durumundadırlar. Bu ülkeler emperyalist devletlerin çok gelişmiş kapitalizminin güçlü rekabetiyle karşı karşıya olan endüstrisi zayıf tarım ülkeleridir... Ellerindeki olanaklar kapitalizmi istikrarlı ve üretimi rasyonel bir hale getirmek için son derece yetersizdir (...) ...Bu ülkelerin burjuvazisi {...) proletaryayı gaddarca sömürmüş ve köylü kitlelerini soymuştur... İşçiler en küçük kazançlar için bile zor ve uzun mücadelelere girişmek zorundadırlar... Burjuvazi emekçi halk ile arasındaki açığı kapatmak için ciddi ekonomik tavizler verecek durumda değildir (...) Burjuvazi egemenliğini korumayı, kitlelerin devrimci çıkışını bastırmayı, kapitalist istikrara ve rasyonelliğe ulaşmayı ancak halk kitlelerinin zararına olacak bir faşizmle başarabilir." (2) Burjuva demokratik devrimlerinin tamamlanmadığı ülkelere ilişkin özelliklerin bir sonucu olarak, bu ülkelerin siyasi üst yapılarının kapitalist emperyalist ülkelerdekinden farklılıklar göstermesi ne kadar doğal, hatta kaçınılmaz ise, buralardaki faşist diktatörlüklerin de "klasik" biçimlerinden farklı bir şekle bürünmesi de kaçınılmazdır. Bu gibi ülkelerde mevcut devlet kurumları aracılığıyla gelişen faşizm klasik biçimlerinden özellikle geniş bir kitle temeline sahip olamayışı noktasından ayrılmaktadır. Burjuva demokrasisi kurumlarının yerleşememiş olması, devletin burjuva demokratik bir niteliğe bürünememiş olması, burjuvazinin egemen sınıfların ciddi ekonomik tavizler tanımayacak durumda olması yüzünden gelişen kitle mücadelelerini bastırabilmek için, krizin yükünden kurtulabilmek için mevcut devlet kurumları aracılığı -öncülüğü- desteği ile faşizme yönelebilmesini sağlamaktadır. Bu gelişmeyi olanaklı hale getiren diğer bir temel nokta da, hiç şüphesiz, bu gibi ülkelerde köklü bir demokratik mücadele geleneğinin olmamasıdır. (III) Dimitrovun açıklamalarında ortaya koyduğu noktalar,
daha gelişkin ve kapitalizmin yukardan aşağı bir biçimde geliştirilmiş
olduğu ülkemiz ve benzer ülkeler için de geçerlik taşımaktadır. Zira
kapitalizmin yukardan aşağı bir şekilde geliştirilmiş olmasına karşılık,
gelişim özelliğinin bir sonucu olarak emperyalizme bağımlı bir nitelik
göstermektedir. Ağır emperyalist sömürü bir yandan geniş emekçi kitleleri
ağır bir yoksulluğun içine iterken diğer yandan sömürüden elde edileni
yabancı sermaye ile paylaşmak durumunda olan hakim sınıfların zayıf ve
cılızlığını doğurmaktadır. Ekonomi her bakımdan dışa bağımlı bir nitelik
taşıdığı, çarpık dengesiz bir yapıda olduğu için sürekli bir kriz
içindedir. (Montaja dayalı bir sanayileşme söz konusudur. "Alt yapı"
tesisleri yetersizdir. Finansman ve hammadde bakımından -hammadde ara mal
olarak dışardan getirilmektedir- tam bir dışa bağımlılık söz konusudur
...vb. Bu durum sürekli sorunlar doğuran bir temel yaratmaktadır.)
Emperyalizmin bir uzantısı görünümündeki yerli tekelci burjuvazi ve toprak
ağalarının en irilerinden oluşan oligarşi (egemen sınıflar ittifakı) geniş
emekçi yığınlara ciddi tavizler tanıyamamakta, buna karşılık gelişen
devrimci muhalefeti bastırabilmek için, ülkede güçlü bir işçi hareketi,
güçlü bir demokratik hareket olmaması nedeniyle ülkede klasik burjuva
demokrasilerine benzemeyen, demokratik hak ve özgürlüklerin büyük ölçüde
yok edildiği bir yönetim sürdürebilmektedir. Bu, emekçi halk yığınlarına
karşı sürdürülen bir baskı ve sindirme politikasına dayanan (ki gizli,
açık resmi devlet güçlerinin, faşist sivil güçlerin ve sıkıyönetimin
yarattığı terör bu politikanın temel aracıdır) yönetim, diğer yönden
klasik faşist rejimlerden de farklıdır. Klasik faşist rejimlerde
olduğundan farklı olarak daima, sınırlı ve az da olsa demokratik haklar
vardır. Örneğin 12 Mart döneminde bile parlamento kapatılmamıştır ve
partilerin yanı sıra iki büyük işçi sendikası (göstermelik de olsa)
varlığını sürdürmüştür. Bu gibi, mevcut rejimin niteliğinin hem burjuva
demokrasilerinden hem de klasik faşist rejimlerden farkiı, fakat tekelci
burjuvazinin egemenliğini esas olarak baskı ve teröre dayandırdığı
durumlarda, biz sömürge tipi bir faşizmden söz edilmesi gerekliliğini
söylüyoruz. Burada, geniş ve güçlü bir kitle temeline henüz sahip
olamaması nedeniyle demokratik hak ve özgürlükleri tam olarak ortadan
kaldıramamış olması durumu değiştiremez. Faşizm, mevcut devlet
kurumlarının desteğiyle, devlet güçlerinin örgütlediği faşist terör (ve
demagoji) aracılığıyla kendisine bir kitle temeli oluşturmaya
çalışmaktadır. Bu gelişimin tamamlanması halinde, tüm devlet aygıtının tam
olarak faşistleştirilmesi ve bütün hak ve özgürlüklerin tümüyle yok
edilmesi söz konusu olabilir ki bizim gibi ülkelerde, faşizmin gelişiminin
yönü budur. Bu değerlendirme ve tespitin en önemli sonucu, faşizme karşı
mücadelenin asıl olarak, mevcut devlete yönelmek zorunda olmasıdır.
Faşizme karşı mücadele, faşizmin sivil kolu olan MHPye karşı mücadele
olarak görülemez. KAVRAMA YÖNELEN BAZI ELEŞTİRİLER (IV) Burada en önemli sorun, bu şekildeki bir durumda, geniş ve güçlü bir kitle temeline ulaşamadığı yerlerde ve yukardan aşağı kitle temeli oluşturmaya yönelik gelişimin tamamlanmadığı durumlarda; faşizmin, klasikleşmiş örneklerinden farklı olarak, işçi örgütlerinin, sendikaların ve başta sosyal demokrat partiler olmak üzere "muhalefet" partilerinin faaliyet göstermesine "izin" verebilmesidir. Bu durum bu ülkeler açısından burjuva demokrasilerine benzeyen bir görüntü yaratmakta, yanılsamalara neden olmaktadır.(3) Sonuçta, faşizme karşı mücadele açısından gelişmiş kapitalist ülkeler için öngörülen.mücadele hedeflerinin, yanlış olarak bu gibi ülkelere de aktarılması ve faşizme karşı mücadele hedeflerini saptırması açısından bu düşünce eğilimi üzerinde durmak gerekiyor. Gene Kitleden bir örnek: "Kitle" deki Devrimci Yol eleştirisi tefrikalarından birinde şöyle söyleniyor: "Öyle bir ülke ki işçiler sendika kurabiliyor ve iyi kötü grev yapabiliyor. Siyasi örgütlenme anayasal hak olmuş, klasik burjuva demokrasisi de tarih sahnesine çıkmış, kişisel özgürlüklerinin önemli bir bölümü yine Anayasa hükmü haline gelmiş, bütün kısıtlığına rağmen yayın, örgütlenme, toplantı, gösteri vb. özgürlükler var, burjuva parlamentolarına dayalı genel oy mekanizması iyi kötü işliyor v.b. Bütün bunlar apaçık toplumsal gerçeklerken Türkiyeyi hiç bir demokratik hakkın bulunmadığı faşist bir ülke olarak görüp, göstermek kendi maceracılığına kılıf bulmak için yapılan tahrifatlar olarak:.. (v.s.)" (Kitle yazarı "Türkiye demokrasisi" nin -Demirelden bile!- parlak bir savunmasını yaparken bize karşı, bu gül gibi demokrasimizin hakkını yediğimiz için hiddetten köpürüyor. Bu ara, bizi bir de toplumsal meselelere öğrenci yurdu penceresinden bakmakla suçluyor! Adının ne olduğunu bir yana bırakalım. Her gün bir kaç yurtseverin kurşunlanıp öldürüldüğü; sokaklarda, fabrikalarda, gecekondularda, insanların kurşun yağmuru altında tutulup, evleri başlarına yıkılıp, üzerlerine bombaların atıldığı; resmi güçlerin açık desteği, yardımı ile faşist güçlerin kanlı bir terör ortamı içinde at oynattıkları, yasal gösterilerde yaylım ateşleri açılarak onlarca kişinin katledildiği; işkence, baskı ve siyasi cinayetlerin siyasi rejimin bir parçası haline geldiği şu "özgürlükçü" Türkiyeyi böyle güllük gülistanlık görebilmek için insanın nasıl bir pencereden baktığı da bizim için merak konusudur!) Aynı düşünceler, parlemantonun "kapatılmamış" olması, siyasi partilerin ve DİSK, TÜRK-İŞ gibi sendikaların "kapatılmaması" nedeniyle 12 Mart dönemi için de ileri sürülür. 12 Mart dönemiride faşizmin varlığından söz edilemiyeceği söylenir. Faşizan uygulamalardan söz edilir. Bu konu üzerinde duralım. Bu, aynı düşünce "troçkist" faşizm teorisinin savunucuları tarafından da ileri sürülmektedir. Mandel "Faşizme Karşı Mücadele" kitabının ön sözünde bu konudaki görüşlerini şu şekilde açıklıyor: "Faşizmin özgül karakteri ancak emperyalist tekelci kapitalizmin çerçevesi içinde anlaşılabilir. Yarı sömürge ülkelerdeki otoriter hareketleri, sırf bir lidere bağlanıyorlar ya da taraftarlarına üniforma giydiriyorlar diye faşist olarak nitelendirmek saçmadır. Sermayenin en önemli kısmının yabancı ellerde olduğu ve ulusun (kaderinin) bu yabancı emperyalizm tarafından belirlendiği ülkelerde kendi çıkarları için bu hakimiyetten kurtulmaya çabalayan yerli burjuvazinin hareketini faşist olarak nitelendirmek anlamsızdır. Bu tür bir hareketin faşizmle aşırı yüzeysel benzerlikleri olabilir. Aşırı milliyetçilik, lidere tapma, hatta bazen anti - semitizm. (ama) Faşizm büyük sermayenin iktidarını sağlamlaştırır ve ekonomide de ona en büyük karları sağlar; işçi sınıfını ayrıştırıp parçalar ve örgütlerini ezer. Buna karşılık sık sık yanlış olarak faşist diye nitelenen yerli burjuvazinin milliyetçi hareketleri büyük sermayeye ve özellikle yabancı sermayeye bazı haklı ve ciddi darbeler indirirken, işçiler için, yeni örgütsel olanaklar yaratabilir." (Mandel)(4) Bizce, asıl "saçma" ve "anlamsız" olan şey, böyle bir yaklaşımla, faşizm olgusunun emperyalist kapitalist ülkelerdeki ülkeler için sınırlandırılması; sömürge - yarı sömürge ülkelerdeki tekelci burjuvazinin terörist yönetimlerinin faşizm kavramından tümüyle soyutlanmasıdır. Mandelin düşüncesindeki temel yanılgı, yarı sömürge ülkeler burjuvazisinin emperyalizmin hakimiyetinden kurtulmak için çalıştığı, büyük sermayeye ve özellikle yabancı sermayeye bazı kalıcı ve ciddi darbeler indirdiğini veri olarak almasıdır.Onun görüşleri bizim açımızdan, bu nedenle geçersiz hale gelir. Bu, yarı sömürge ülkeler burjuvazilerinin milliliği üzerine boş ve aşırı bir "iyimserlikten" başka bir şey değildir. Yarı sömürge ülkeler çerçevesinde, milli burjuvazinin (ya da orta burjuvazinin) yönetimlerinden ve bu yönetirnlerin kısmi bir anti - emperyalist nitelik taşıyan milliyetçi hareketlerinden bugün de söz etmek olanaklıdır. Ancak ne Mandelin örnek olarak ileri sürdüğü Arjantindeki "Peronist" hareketi ne de (Libyadaki Kaddafi hareketi ve Ugandadaki İdi Amin hareketi gibi) verilebilecek diğer benzeri örneklerden kalkılarak ve bu örnekleri genellemek ve yarı sömürge ülkelerdeki yönetimlerin tümüyle "faşizm" olgusunun dışında tutulması gerektiği sonucuna varmak olanaklı değildir. Bugün için, söz konusu edilenlerden daha fazla geçerli ve daha fazla genellik gösteren bir durumdan söz etmek gerekir: Yarı sömürge ülkelerde, bugün, büyük çoğunlukla emperyalizmin 3. bunalım dönemine has gelişmeler sonucu, "yerli tekelci burjuvazi"nin (yerine göre tefeci ve toprak ağalarının en irileri ile paylaşılan) egemenliğinden söz edilebilir. Burada vurgulanmalıdır ki bu "yerli tekelci burjuvazi"nin hakim özelliği, yabancı sermaye ile belirli bir bütünleşme içinde olması; iç içe geçmiş olmasıdır. "Yerli tekelci burjuvazi"nin hakim özelliği budur, emperyalist sermaye ile işbirlikçi özelliğidir. Onunla çelişen yanı talidir. Bu nedenledir ki, emperyalizme ekonomik olarak bağımlı olan yarı sömürge ülkelerin siyasi bağımsızlığından -hakim özelliği olarak- söz etmemek gerekir. Yeni sömürge ülkelerin siyasi bağımsızlık yönü nispi ve tali, siyasi bağımlılık yönü ise esas ve belirleyicidir. Emperyalizmin uzantısı durumundaki işbirlikçi yerli tekelci burjuvazinin egemen olduğu ülkelerdeki yönetimlerin yabancı sermayeye ve de "büyük burjuvazi"ye "kalıcı" ve "ciddi" darbeler indiren "milliyetçi hareket" lerinden bizim ki gibi ülkeler açısından genel olarak söz edilemez. Bu genel durumun dışına çıkan orta burjuvazinin önderliğindeki "milli" hareketler, içinde bulunduğumuz 3. bunalım dönemi içinde tipik ve genel olmayan istisnai olgular olarak değerlendirilmelidir. Bu bakımdan (bu durumun ihmal edilmiş olması nedeniyle) Mandelin yaklaşımı, Türkiye gibi işbirlikçi - yerli tekelci burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci tüccarların en irilerinden oluşan oligarşilerin yönetiminde olduğu ülkelerdeki terörcü-baskıcı rejimlerin içeriğini açıklamaktan uzak kalmaktadır. Endonezyadaki kanlı yönetimin de faşist bir rejim olarak ifade edilmemesi gerektiğini ileri süren Mandel, adı geçen kitabın Türkçe baskısı için yazdığı önsözde "her kavramın genel olmak için nesnel gerçekliğin her ülkede kazandığı belli özgül çizgilerden söyutlanmak zorunda olduğunu" belirterek,"gerek bir faşist kitle hareketi için, gerekse bir faşist rejim için belli sayıda genel nitelikler saptamak doğru bir davranış olmakla birlikte, faşist ve askeri bonapartist diktatörlükler arasındaki sınır çizgisi üzerinde kalan, sınırlandırılması güç özgül rejimler vardır"(5) diyor ve "önsöz" deki görüşlerine bir ölçüde açıklık kazandırmaya, tamamlamaya çalışıyor. "Genel olarak (...) faşist rejimler ve gerçekten iktidarı alabilecek güçte faşist kitle hareketleri bilinen nedenlerden ötürü sadece emperyalist ülkelerde ortaya çıkmışsa da artık oldukça gelişmiş bir kapitalizme ve güçlü bir proletaryaya sahip yarı sömürge ülkelerde de bu modele hayli yaklaşan örnekler vardır (...) Şimdilik daha geniş teorik çalışma yapılana kadar, şunu belirtmek yeterlidir: Bütün örgütlü işçi hareketlerini ezen, bütün sol militanlara ve Marksist yayınlara karşı (kitapların yakılması!) devlet ve özel (paralel) terörü birleştiren ve işçi sınıfının demokratik özgürlüklerini bütünüyle ortadan kaldıran yarı faşist diktatörlükler, az gelişmiş kapitalist ülkelerin daha gelişmiş olanlarında ortaya çıkabilir. Bu hareketlerle emperyalist ülkelerdeki klasik faşizm arasındaki benzerliği vurgulamak gerekir. Ancak bazı farklar da vardır."(6) Görüldüğü gibi burada da (gelişkin az gelişmiş ülkelerde faşizme oldukça benzeyen durumların doğabileceği kabul edilmesine rağmen) yine faşizm aşağıdan yukarıya gelişen bir hareketle ve onun iktidarı ile özdeşleştirilmekte, sınırlandırılmaktadır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde faşist diktatörlüklerin farklı biçimlerde ortaya çıktığı bir gerçektir ve bu oluşum doğal, hatta kaçınılmazdır. Bu, Dimitrovun yukarda özetlemeye çalıştığımız açıklamalarında açıkça ortaya konulmuştur. Bu farklılıklardan kalkılarak sömürge ve yarı sömürge ülkelerin faşizm olgusunun dışında tutulması söz konusu olamaz. Aslında sorun, büyük ölçüde, faşizmin işçi sınıfının bütün örgütlerinin tamamen dağıtılması, bütün partilerin ve parlamentonun ortadan kaldırılması ve bütün özgürlüklerin yok edilmesini gerekli kıldığı şeklindeki bir değerlendirmenin, mutlaklaştırılmasından ileri gelmektedir. Bu gelişme ise, faşizmin ancak güçlü bir kitle hareketine dayanması halinde söz konusu olabilir ki bu durumun ortaya çıkışı büyük ölçüde gelişmiş kapitalist ülkelere özgü koşulları gerektirmektedir. Trotsky, "faşizmin, küçük burjuvaziyi finans kapitalin çıkarları için seferber etmenin ve örgütlemenin özgül bir yolu" olduğunu belirterek "küçük burjuvazinin içinde proletaryaya nefret daha önce yaygınlaşmamışsa faşizme geçiş olanaksızdır" diyordu.(7) Bütün bu yaklaşımlar gerçekte gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan klasik faşist rejimlerin gelişiminin gözlenmesinden çıkarılan sonuçlardır. Aynı gelişmeler (geniş küçük burjuva yığınlarının "istenen" biçimde, güçlülükte ve örgütlülükteki bir faşist hareketinin yaratılmasının güç olduğu) yarı sömürge ülkeler koşullarında aynı şekilde beklenemeyeceğine göre, buralarda faşizmden söz edilemeyeceği sonucuna varmak kaçınılmazlaşmaktadır. Oysa, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde (bilinen nedenlerle başlangıçta geniş bir kitle temeline sahip olamayan) faşizmin yukardan aşağıya devlet kurumları aracılığı ile iktidara gelmesi söz konusu olabilmektedir. "Geniş bir kitle temeline dayanmadığı diğer ülkelerde, faşizmin zayıf olduğu konusunda hayaller kurmamız da tehlikeli bir şeydir. Bulgaristan, Yugoslavya, Finlandiya gibi ülkelerin örneğini bilirsiniz; bu ülkelerde faşizm geniş bir temele dayanmamasına rağmen devletin silahlı kuvvetlerine dayanarak gene de iktidara gelmiştir; ve ondan sonra devlet mekanizmasından yararlanarak tabanını genişletmeye çalışmaktadır." (Dimitrov)(8) Ve yine Dimitrov, 7.Kongre raporunda "geniş bir kitle temeline dayanmadığı ve faşist burjuvazi cephesindeki ayrı ayrı grupların yaptığı mücadelenin yeterince güçlü olmadığı bazı ülkelerde, faşizmin parlamentoyu kapatmayabileceğini ve diğer burjuva partilerine olduğu gibi sosyal demokrat partilere de belirli bir yaşama hakkı tanıyabileceğini" söylüyordu. Yeni sömürge-yarı sömürge ülkelerde faşizm klasik biçiminden, geniş bir kitle temeline sahip olamayışı ve iktidara bir kitle hareketine dayanarak aşağıdan yukarıya değil, mevcut devlet kurumlarına dayanarak (yukardan aşağı) bir biçimde gelmesi noktalarından ayrılmaktadır. Bir yandan devlet aygıtının "demokratik" bir niteliğe kavuşamamış olması, diğer yandan güçlü bir demokrasi mücadelesi geleneğinin ve güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunmayışı, cılız ve güçsüz tekelci burjuvazinin belirleyici güç olduğu oligarşilerin, (burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin derece derece yok edildiği) terörist yöntemlere başvurabilmesine ve faşizme yönelmesine yol açmaktadır. Bu durum bizim gibi ülkelerde sık sık karşılaşılan genel bir olgudur, geçici bir durum da değildir ve devleti elinde tutan egemen sınıfların cılızlığından ve halk kitİelerine ciddi ekonomik tavizler verebilecek bir durumda bulunmamalarından kaynaklanmaktadır. Yine bu özelliklerin bir sonucu olarak, güçlü bir kitle temeline dayanarak iktidara gelen bir klasik faşizmin söz konusu olmaması nedeniyle, parlamentonun, sosyal demokrat ve diğer burjuva partilerinin kapatılmadığı ve demokratik hak ve özgürlüklüklerin tam olarak yok edilmediği bir görünüm söz konusu olduğu için, yanlış olarak, faşizmden söz edilemeyeceği ileri sürülür. Bu yaklaşımla "12 Mart Türkiyesi" ve "Pinochet Şili si" için bile bu gibi farklılıklardan dolayı faşist bir rejim olmadığı sonucuna varılmaktadır. Bu yaklaşım bizim gibi ükeler açısından faşizmi imkansız gören bir anlayışa (ister istemez) bağlıdır ve kabul edilemez. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde faşizmin yukardan
aşağı gelişimini tam olarak tamamlamadığı durumlarda, devlet aygıtının
bütününün faşistleştirilemediği ve henüz güçlü bir kitle temelinin
sağlanamadığı durumlarda, bütün bunların sonucu olarak klasik faşist
rejimlerdeki kadar güçlü ve yaygın bir faşist terörün (bütün işçi
örgütlerinin dağıtılması, bütün hak ve özgürlüklerin yok edilmesi vb.)
bulunmaması yüzünden, bu gibi rejimlerin faşizm kavramının bütünüyle
dışında tutulması gerekmez. Bu, herşeyden önce, devletin niteliğini göz
önüne almamak anlamına gelir. İkincisi, faşizmi, gelişiminin belli bir
dönemine özdeş görmek anlamına gelebilir. FAŞİZM TEHLİKESİNİN KÜÇÜMSENMESİ ENDİŞELERİ (V) Bütün "hak" ve "özgürlüklerin", tamamiyle yok edilmediği durumlarda faşizmden söz edilememesi gerektiği fikri, ağırlıklı olarak, faşizmin asıl "korkunç" yüzünün ve öneminin göz ardı edilmesi "tehlikesi"ni doğurması endişesine dayandırılır. Faşizm zaten varsa, daha kötüsü olmayacağına göre faşizme karşı mücadelenin öneminin küçümseneceği endişesi sıkça ortaya atılır. Almanyada 1930larda ve diğer birçok yerde sosyal demokrat iktidarlara bile "sosyal faşist" diyerek, faşizme karşı mücadelenin hafife alınması hatalarının, "Alman felaketi" nin önemli bir sebebi olduğu hatırlatılır. Mandel de buna işaret ederek, bunun "kafası kesilen adamla kolu kesilen adamı bir tutmak" anlamına geldiğini ifade ediyor. Böyle bir "tehlike"ye ilişkin "endişe"lerin ortaya atılmasında unutulan şey, bugün 1930lar Avrupasındakinden son derece farklı ve belki de tersi bir "tehlike"den söz edilmesinin daha doğru olduğudur. 1930larda sosyal demokratları faşist sayan bir hatalı tutum ortaya çıkmış ve bu hataya müdahale edilmiştir. Aslında bu hatanın doğuşu, l. emperyalist savaş yıllarındaki sosyal şoven eğilimlere karşı açılan mücadelenin bir kalıntısıdır. 1930larda, önceki (sosyal demokratların sosyal şoven siyasetlerine karşı sürdürülen) tepkilerin, koşulların değişimi doğru değerlendirilemeyerek, sürdürülmesi ile, böyle bir hatalı eğilimin içine düşülmüştür. Bugün ülkemiz açısından söz konusu olan durum nedir? 1930lardaki durum ve "tehlike" ile ne kadar benzerlik vardır? Konu bu açıdan incelendiğinde görülür ki bugün ülkemiz açısından çok daha tersi bir durum söz konusudur. Bugün ülkemizde CHPnin faşist olduğu gibi bir hatalı eğilim mi vardır; yoksa tersine bir CHP kuyrukçuluğu mu yaygın ve tehlikelidir? Bugün ülkemizde CHPnin faşist olmadığını değil (böyle bir eğilim zaten söz konusu değil) CHP kuyrukçuluğunun çıkar yol olmadığını anlatmak ve CHPye bel bağlama, onun kuyruğuna takılma eğilimleri ile mücadele etmek gereklidir. Yani, bugün ülkemizde 1930lar Avrupasındakinden farklı olarak "ters tarafa asılmak" gerekir. Somut durumun gerektirdiği budur. Bugün, 1930lar Avrupasındaki "tehlike"den daha çok, faşizme karşı mücadelede (mevcut rejimle, mevcut devlet yapısı ile bağı görülmeksizin) mevcut durumu (rejimi) koruma şeklinde anlayışların "tehlike"sinden söz edilmelidir. Bu suretle, CHPnin faşizme karşı uzlaşma çizgisine bel bağlama eğilimlerinin "tehlike"sine karşı tedbir alınmalıdır. Mevcut yönetimin "sömürge tipi faşizm" ya da "gizli
faşizm" diye ifade edilmesi, faşizmin gelişiminin tamamlandığı, kitle
temelinin oluşturulduğu ve devlet aygıtının bütününün faşistleştirildiği,
faşizmin ileri bir aşamasırıa geçilmesinin öneminin reddedilmesini
gerektirmez; faşizme karşı mücadelenin öneminin reddedilmesini
gerektirmez. Aslında, ülkemizde bu gelişime karşı mücadeleyi en çok
saptıranlar, mevcut devletle faşizmin (bu doğrultudaki) gelişimi
arasındaki ilişkiyi göz ardı eden ve faşizme karşı mücadeleyi ne idüğü
belirsiz bir şeye karşı; bir bağırış çağırıştan başka bir şey olmayan, ne
idüğü belirsiz bir mücadeleye döndürenlerdir. Faşizme karşı mücadeleyi
.MHPye karşı mücadeleye indirgeyenlerdir. Bu anlayışı savunanların
faşizme karşı mücadele açısından ortaya koydukları tutum da ortadadır. FAŞİZME KARŞI MÜCADELENİN BİR DEVRİM SORUNU OLARAK KAVRANILMASINA İLİŞKİN BAZI SORUNLAR Faşizme karşı mücadelenin başarıya ulaşabilmesi, bu sorunun, ülkemizdeki mevcut devlet yapısı ve mevcut rejimle bağıntısı doğru olarak kavrandığı takdirde mümkündür. Açıktır ki, artık burada önemli olan, mevcut rejimin şu ve bu isim altında tasnif edilmesinden çok daha başka ve çok daha önemli bir şeydir. Sorunun özü, hiçbir zaman bir isimlendirme ve sınıflandırma sorunu değildir. Anlaşılması gereken önemli sorun şudur: Ülkemizde faşizme karşı mücadele, mevcut devlet yapısını hedeflemek durumundadır. Zira, yukardan beri ortaya koymaya çalıştığımız gibi faşizmin gelişiminin kaynaklandığı nokta burasıdır. Bu bakımdan, faşizme karşı mücadele, mevcut durumun ve nispi demokratik hakların korunması sorununa indirgenemez. Faşizme karşı mücadele bir devrim sorunu, demokratik halk iktidarının kurulması aorunu olarak kavranmalıdır ve faşizmin tırmanışını önleme sorununa indirgenmemelidir. Bu yaklaşımımız üzerinde çok durulmakta ve eleştirilmektedir. Kitle dergisi gibilerindeki "bu, faşizme karşı mücadeleyi sadece devrimciler yapar demektir" cinsinden (ya da bundan çok daha aptalca) "eleştirileri" bir tarafa bırakalım. Üzerinde durmak istediğimiz şey bizim bu yaklaşımımız karşısında III. Enternasyonalin 1935 kararlarının ve Batı Avrupa ulkelerindeki uygulamaların ileri surülmesidir. Oysa bizim ileri sürdüğümüz bu görüş III. Enternasyonalin 7. Kongre kararlarına ve Dimitrovun 1935de ileri sürdüğü görüşlere dayanmaktadır. Faşizme karşı mücadele sorunu, faşizmin Batı Avrupada büyük bir tehlike olarak ortaya çıkmasından sonra 1935teki 7. Kongrede tartışılarak doğru çözümlere ulaşılmıştır. Burada (özellikle Almanyada ortaya çıkan) Sosyal Demokrat iktidarları bile faşist olarak değerlendiren hatalı eğilimler tespit edilmiş, faşizmin (hem tek tek ülkeler komünist hareketleri, hem de dünya proletarya hareketinin bütünü -özellikle tek sosyalist ülke olan Sovyetler Birliği- açısından) yarattığı tehlike göz önünde tutularak, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerinin burjuva demokrasisi şeklinde de olsa burjuva egemenliklerinin yıkılarak proletarya diktatörlüğünün kurulması şeklindeki program hedeflerinden burjuva demokrasilerini faşizmin saldırılarına karşı koruma ve faşizmin tırmanışını önleme hedeflerine geri çekilmenin (burjuva diktatörlüklerinin yıkılarak doğrudan proletarya diktatörlüğünü kurma olanaklarının bulunmadığı yerlerde) gerekliliği tespit edilmiştir. Bu doğrultuda, Komünist Enternasyonal faşizme karşı birleşik cephe hükümetlerinin kurulmasını öngörmektedir. Anti-faşist Halk Cephesi, esas olarak, savunmaya yönelik bir siyaset olmakla birlikte, (bu, işçi sınıfının sosyalizm yolundaki bağımsız siyasetini tümüyle bir yana bırakacağı anlamına gelmez.) aynı zamanda "kurucu" bir nitelik de taşımaktadır. Dimitrov bu özelliği şöyle anlatıyor: "Bundan 15 yıl önce Lenin bizi, bütün dikkatimizi proletarya devrimine geçiş ya da yaklaşım biçimlerinin aranması üzerine çevirmeye çağırıyordu. Birçok ülkede, birleşik cephe hükümeti belki de en önemli geçiş biçimlerinden biri olabilir. Sol doktrinerler, Leninin bu uyarısını her zaman gözden uzak tutmuşlardır. Bunlar, dar-kafalı propagandacılar olarak geçiş biçimlerini hiç önemsemeden , yalnızca, amaçlardan sözediyorlardı. Öte yandan sağ oportünistler burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasında özel bir demokratik ara aşama kurmaya çalışıyorlardı. Bu hayali ara aşamaya geçici biçimde demişler ve kendi görüşlerini desteklemek için Leninden sözler aktarmışlardır. Oysa bu aldatmacanın gerçek niteliğini ortaya koymak zor değildi. Leninin söylediği şey, proletarya devrimine geçiş biçimi ve yönelişle ilgiliydi, yani burjuva diktatörlüğünün devrilmesini söylüyordu Lenin. Burjuva ve proletarya diktatörlükleri arasında bir geçiş biçiminden söz etmiyordu." (7. Kongreye sunulan Rapordan) Dimitrovun sözleri hiçbir yoruma izin vermeyecek ölçüde açıktır. Bugün bir çok revizyonist "komünist" parti, Kominternin bu tezlerini çarpıtarak Halk Cephesi Hükümetlerini sosyalizme barışçıl geçiş hükümetleri, bir ara aşama "ileri demokrasi" aşaması olarak görüyorlar. Oysa Dimitrov bu yaklaşımın anti-Leninist ve anti - Marksist olduğunu gösteriyor. Dimitrov, Halk Cephesi Hükümetinin sosyalizme geçişin değil, proleter devrimine geçişin, yani burjuva diktatörlüğünü yıkmaya geçişin bir biçimi olabileceğini söylüyor. 7. Kongrede yine, birleşik cephe siyasetlerinin ve birleşik cephe hükümetlerinin, farklı ülkelerde ve farklı zamanlara (faşizmin gelişiminin farklı dönemlerine) göre farklı biçimlerde gerçekleşeceği üzerinde de durulmuştur. Dimitrov, Kongrede rapor üzerine yaptığı konuşmasında birleşik cephe hükümetlerinin ne zaman ve ne şekilde kurulabileceğine ilişkin sorunları inceledikten sonra, "faşizmin henüz iktidarda bulunmadığı ülkelerde, faşist diktatörlüğün egemen olduğu ülkelerde böyle bir hükümeti kurmaktan farklı olduğunu" belirtiyor ve "Faşist ülkelerde böyle bir hükümetin kurulması ancak faşist egemenliğini devirme sürecinde mümkündür. Burjuva demokratik devrimin gelişmekte olduğu ülkelerde (birleşik cephe hükümeti) bir halk cephesi hükümeti, işçi sınıfı ile köylülerin demokratik diktatörlük hükümeti olabilir." (9) diyordu. Ülkemizde bizim görüşlerimize karşı Dimitrovun (ve Kominternin) çıkartılmaya kalkışılmasına karşılık, görüldüğü gibi Dimitrov farklı ülkelerde birleşik cephe hükümetlerinin farklı biçimler alacağını, burjuva demokratik devrim sürecinin yaşandığı ülkelerde ise bu hükümetin bir halk cephesi hükümeti, bir demokratik diktatörlük hükümeti (ki bu bir demokratik devrim hükümetinden başka bir şey değildir) olabileceğini açıklıkla ortaya koymuştur. Oportünistler ise, daima, bizim karşımıza İngiltere ve Fransa gibi farklı özelliklere sahip ve faşizmin farklı bir şekilde geliştiği ülkelere ait öneri ve uygulamalarla çıkarlar; koşulların, faşizmin gelişiminin ve ülkemizin niteliğinin (hem ekonomik, hem de siyasi) farklılığını göz ardı ederek, bu uygulamaları aynen ülkemize de bir kalıp olarak önerirler. Böyle yaparken, onlar bu şekilde burjuva kuyrukçuluğuna ve CHP kuyrukçuluğuna tarihsel ve teorik bir kılıf uydurma çabasındadırlar. Faşizm tartışmalarında, ülkemizde oportünistlerin iddia ettiği gibi; burjuva demokrasisinin olduğunu ileri sürmemelerine rağmen, gene de ülkemizin siyasi yapısının (İngiltere, Fransa gibi) burjuva demokratik devrimlerin tamamlandığı ülkelerle olan farklılığını bulanıklaştıracak bir kafa karışıklığını yaymaya kalkanlar, bu yolla (yani şu oligarşik devlet biçimi garabetlikleriyle) sonuçta gene "malum" oportünist görüş ve tezlerin yanıbaşında yer almanın "utangaç" ve dolambaçlı bir biçimini sergilemekten başka bir şey yapmazlar. Kısaca tekrarlayalım. Ülkemizde faşizme karşı mücadele sadece MHPnin gelişmesine ya da sadece "mevcut" nispi demokrasi koşullarını savurıma sorununa indirgenmemelidir; iki yönlü ve karmaşık bir görevler bütünlüğü olarak kavranılmalıdır. Faşizmin gelişimi bugün, ağırlıkla mevcut devlet kurumlarının (faşist güçlerin elinde bulundurulması nedeniyle) aracılığıyla, faşist terör (ve demagoji) yoluyla kitle temelini genişletmeye çalışmaktadır. Bu süreç, zaman zaman parlamentonun askıya alındığı (demokratik hakların iyice daraltıldığı) dönemlerde de aynı şekilde işlemektedir. Bu nedenle, faşizme karşı mücadele, asıl olarak faşizmin kaynaklandığı devlet kurumlarının niteliğinin değiştirilmesini gerektirir. Faşist terör mekanizması ordu ve gizli devlet örgütü içindeki (CIA tarafından yönetilen) güçler tarafından örgütlendirilip geliştirilmektedir. Faşist Ülkü Ocakları ve MHP bu güçlerin birer sivil (kitlesel) kuruluşu durumundadır. Devlet örgütündeki bir nitelik değişimi ise herhangi bir reformcu (barışçı!) tedbirle sağlanamaz. Bu, devrimci bir hükümetin yapabileceği bir şeydir. Böyle bir hükümet faşizme karşı uzun ve çetin bir mücadele süreci içinde ve bu savaş sürecinin belirli, elverişli bir döneminde kurulabilir ve böyle bir hükümet işçi ve köylülerin (halkın) demokratik diktatörlüğü hükümeti olabilir. Faşizme karşı mücadele asıl olarak bu doğrultuda kavranmalıdır ve bu doğrultudaki gelişimin unsurlarının (proletarya partisi ve birleşik halk cephesi) diyalektik bir bütünlük içinde yaratılıp geliştirilmesini hedeflemelidir. Ülkemiz, tam bir faşist rejim görünümünde değildir. Klasik faşist rejimlerden farklı olarak nispi demokratik hak ve özgürlükler kısmen de olsa vardır. Bu yüzden, bu hakların korunması uğrunda mücadele de (birinci yön esas olmak kaydıyla) ihmal edilmemelidir. Bu anlamda faşizme karşı mücadele ikili (iki yönlü) dir. Elbetteki ülkedeki mücadelenin gelişiminin ve siyasi gelişmelerin bir sonucu olarak bir askeri yönetime (sömürge tipi faşizmin açık icrasına) doğru bir eğilimin ortaya çıkması, bu gelişime karşı mücadele görevlerimizi öne çıkarabilir. Her zaman için gerekli olan, içinde bulunulan siyasi gelişmeleri (ve yönelimini) doğru kavrayarak somut siyasi görevlerin doğru tespit edilmesidir. FAŞİZME KARŞI MÜCADELE AÇISINDAN GENEL OLARAK CHP
İKTİDARI DÖNEMİ VE İTTİFAKLAR (VII) Faşizme karşı mücadele konusunda bugüne değin en tehlikeli sakat görüş bir CHP iktidarına bel bağlama (bu, CHPye müttefik olma (!) şeklinde de savunuluyordu) şeklindeydi. Şimdi (eğer önemli yeni gelişmeler ortaya çıkmazsa) bir CHP iktidarı kurulmuş durumdadır. Şimdiden sonra bu düşünce eğilimi, faşizme karşı mücadeleyi (bu kez) CHP hükümetinden bekleme ve de CHP hükümetini "koruma"ya indirgeme şeklinde olacaktır. Faşizmin saldırılarına karşı, oyuna gelmeme, aynı şekilde karşılık vermeme gibi her türden saçma sapan "fikir", bu kez de ordu müdahalesi vs. yoluyla hükümetin düşürülmesine yol açacağı gerekçesiyle savunulacaktır. Önümüzdeki Ecevit Hükümeti döneminde en çok karşılaşacağımız ve kendisiyle uğraşacağımız sakat düşünceler ağırlıkla bunlar olacaktır. Bu arada işaret edilmesi gerekli bir başka nokta daha vardır. Faşizme karşı mücadeleyi bir CHP hükümetini işbaşına getirme meselesi olarak görenlerin, (CHP işbaşına geldiğine göre) artık faşizme karşı mücadele başarıya ulaşmıştır, faşizm bir tehlike olmaktan çıkmıştır, (faşizmin tırmanışı durmuştur, gerilemeye başlamıştır) gibi bir başka sakat eğilimi sergilemeleri de az da olsa ihtimal dışı değildir. Nitekim bir CHP hükümetinin faşizmi (geçici de olsa) bir tehlike olmaktan çıkaracağı umudunu besleyip duran ve oportünist düşüncelerin daima gönüllü destekçiliğini yapan KSD, daha Ecevit hükümeti ufukta görünür görünmez, hemen böyle eğilimlerin içine girivermiştir. "Haftalık" KSD, bu konuda, "MC IInin gitmesi faşist tırmanış için geçici bir gerileme olacaktır. Bu saptamadan çıkaracağımız sonuç: Faşizm temellerinin ancak devrimle yokedilebileceğidir. Faşizmin gerilemeleri, gelecekte (abç) tekrar tehlike haline dönüşmesini engelleyemeyecektir." (Haftalık KSD, sayı 1 ) Evet, CHP iktidara geldiğine göre "artık, faşizm bir tehlike olmaktan çıktı." Faşizme karşı mücadele faşizmin tırmanışını önleme meselesi olduğuna göre KSDnin (ve TİP, TSİP, TKP vb.lerin ) faşizme karşı mücadele programı gerçekleşti. "Geçici" lafları burada herhangi bir şey ifade etmiyor. "Faşizm gelecekte tekrar bir tehlike haline gelebilir" dendiğine göre, bugün tehlike değildir. Zira, faşizmin bir tehlike olmaktan geçici olmayan bir şekilde çıkması bir devrim meselesidir, ve KSDnin bu tespite karşı, faşizme karşı mücadelenin böyle anlaşılmaması gerektiğini kanıtlamak için TSİP vb. ile birlikte "omuz omuza" ve fedakarca mücadele verdiğine göre (ve bu konudaki gayretlerinden dolayı "Kitle"den epey "aferin" aldığına göre!) şimdi bu konuda fikir değiştirdiğini düşünmek için, hiçbir neden yoktur. Bir fikrin sakatlığını kanıtlamak için, bazen bir tecrübe, ciltler dolusu yazıdan daha değerlidir. Ama, biz, sırf haklı çıkmak için, CHP iktidarının "faşizmi bir tehlike olmak"tan çıkaramamasını, faşizme karşi mücadeleyi gündemden kaldıramamasını temenni ediyor değiliz. Tersine "haksız çıkmayı", "yanılmayı" tercih ederiz. Ama, böyle bir boş umuda kendimizi asla kaptırmayız ve halkımızın böyle boş umutlarla aldatılmasına da razı olmayız. Evet, CHP faşist değildir ve faşist olmayan her şey gibi faşizme karşı olan bir yanı vardır. Bir CHP hukumeti de faşist bir hükümet değildir ve CHP hükümeti (olumsuz yanları yanında) faşist güçlerin hükümet (hükümet devletin parçası, bir kısmıdır sadece) desteğinden yoksun kalmaları yüzünden, faşist güçlerle emekçi halk arasındaki mücadelede, faşist güçler aleyhine bir gelişmedir. Ama bu, faşizme karşı mücadeleyi gündemden kaldıran, faşizmi bir tehlike olmaktan (geçici de olsa) çıkaran bir gelişme asla değildir. Faşizme karşı mücadele CHP hükümeti döneminde de gündemden asla kalkmayacaktır. Emekçi halklarımızla faşist güçler arasındaki savaş sürecektir. Bu gerçeği, bizim anlatamadığımız kişilere, şimdi hayat anlatacaktır. Burada kısaca üzerinde durulması gereken bir sorun da ittifaklar sorunu ve CHP ile ittifak sorunudur. Marksist ittifaklar anlayışına göre, önce ittifak edilebilecek bir güç seçilip, ona göre program uydurulmaz. Bizde çoğunlukla yapılan önce bir müttefik seçmek (ki bu, siyaset arenasındaki kuvvet durumlarının hesabına göre seçilir!) sonra da o müttefike uygun bir siyaset ortaya koymaktır. Burada tıer şey başaşağıdır. Faşizme karşı CHP ile müttefik olmak gerek, (çünkü büyük bir güç!) o halde herşeyimizi CHPye göre, onun siyasi çizgisine uyduracak şekilde tespit ederiz, (yoksa CHP müttefik olmaz, yanaşmaz!) Bu, CHPli olmanın "arapçası"dır. Marksist ittifak anlayışına göre yapılması gereken ise bunun tam tersidir. Yapılması gereken "iş" nedir? Müttefiki tayin edecek olan şey, yapılması gereken bu "iş"in içeriğidir. Faşizme karşı mücadele konusunda ne yapılması gerekiyor? (örneğin;MİT, Kontr-Gerilla, Ülkü Ocakları vb. faşist çeteler dağıtılmalı, ulusal sorun çözülmeli, tekelci büyük burjuvazi iktidardan uzaklaştirılmalı, emperyalizmden bağımsızlık sağlanmalı.) İttifak sorunu işlerin yapılmasından yana güçlerin birleştirilmesidir. Sosyal ve siyasal güçlerin (sinıfların ve partilerin vb.) bu işlerin yapılmasına göre tasnifi ve bu programın yerine getirilmesinde, birleştirilmesi olanaklı tüm güçlerin birleştirilmesi sorunudur. CHPnin konumu nedir? Bunu, bu program karşısında konumuna göre tespit edeceğiz. (Programı CHPye uydurmaya çalışmayacağız.) Ülkemizde faşizme karşı mücadele: 1) Mevcut devlet yapısının değiştirilmesine yönelmek zorundadır. 2) Emperyalizme karşı mücadeleden ayrılamaz. 3) Şöven baskılara karşı mücadeleden ayrıtamaz. Bütün bunlar CHPnin bugünkü hakim siyasetiyle uyuşmaz. CHPyi bu işlerin yapılması gerektiğine ikna etmek için uğraşmak başka şeydir. Bu her şeyden önce CHPli emekçi kitleleri siyasi olarak kazanmak için gereklidir. Ama bu başka bir şeydir. CHPyi başta müttefik ilan edip, yapılması gereken şeyleri ona uydurmaya çalışmak başka bir şeydir. CHPnin ikili bir niteliği vardır. Tekelci burjuvazi
çıkarlarıyla çakışan ve yönetimi tarafından temsil edilen siyasi kimliği,
hakim niteliğidir. Buna karşılık geniş bir emekçi tabanı vardır ve bu
tabanda güçlü bir anti-faşist potansiyel taşır. CHPde birleşilmesi
gereken yan budur. Bu durum CHPdeki farklı siyasetlere de, kısmen yansır.
CHPye karşı izlenecek siyaset (ki şimdi kısmen hükümete karşı izlenecek
siyasettir!) bu ikili karakteri mutlaka kapsamalıdır.(10) DİRENİŞ KOMİTELERİ VE PARTİ-CEPHE SORUNU (VIII) Bugün, ülkemizdeki silahlı faşist güçlerle, devrimci halk güçleri arasındaki çatışma, bir iç savaş sürecini derinleştiren bir doğrultuda gelişiyor. (Ecevit Hükümeti bir yönüyle de, bu gelişimi, egemen sınıfların kendi istedikleri bir doğrultuya çekmeye yönelik bir müdahalesi olarak görülmelidir.) Faşist güçlerin, halk yığınlarını yıldırmaya yönelik saldırıları, geniş halk yığınları arasında bir savunma ihtiyacının doğmasına neden olmakta; çatışmanın genişleyip yaygınlaşması, anti - faşist bir dayanışma eğiliminin doğmasına ve gelişmesine neden olmaktadır. Direniş komiteleri bu eğilimin devrimci bir doğrultuya kanalize edilmesi, bağımsız bir Devrimci Hareketin, halk iktidarını hedefleyecek şekilde ve tüm anti-faşist halk güçlerinin birleşik devrimci savaşının örgütlendirilmesi doğrultusunda kavranılmasının bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. Direniş komiteleri en geniş anlamda, devrimci halk iktidarının birer nüveleri olarak kavranmalı ve bu doğrultuda derinleştirilip geliştirilmelidir. Bu geniş çerçeve içerisinde direniş komiteleri, kapsamı içine giren tüm anti-faşist halk güçlerini bağrında toplayacak ve temsil edecek şekilde ele alınabilir. Bugün faşizme karşı tüm halk güçlerinin birliği şiarı da asıl olarak bu noktada odaklaşmıştır. Ancak, burada hemen belirtmeliyiz ki, sorunun bu şekilde kavranılışı, direniş komitelerinin uzun dönemli yöneliminin bir saptamasıdır; Bugün, hemen ve bu kapsamdaki bir oluşumun hızla gerçekleşmesinin beklenemeyeceği ortadadır. Buna rağmen, daha bugünden, bu konudaki tüm çalışmalarımız sorunun bu uzun dönemli ve geniş kapsamlı kavranılışına uygun bir anlayışla sürdürülmelidir. Bu konunun bugün en önemli yanı, kuşkusuz ki, bu mücadelenin gerçekleşmesinin ön koşulunun, proletaryanın öncü savaşçı partisinin yaratılması olduğudur. Direniş komiteleri mücadelesinin başarıya ulaştırılabilmesi, böyle bir devrimci önderliğin varlığına kopmaz bir şekilde bağlıdır. Elbetteki bu, direniş komitelerini yaratma mücadelesinin ertelenmesi şeklinde anlaşılamaz. Parti ve Cephenin yaratılması uğrunda mücadele, ikincinin birinciye bağlı olduğu bir diyalektik bütünlük içinde kavranabilir. Cephenin yaratılması uğrunda mücadele, partinin yaratılması uğrundaki mücadeleyi geliştirir. Bu ikisi birbirinden koparılamaz. Cephesel örgütlenmenin bir birimi olan direniş komiteleri ile, partinin yaratılması mücadelesinin birer örgütsel birimi olan kadro çalışmaları arasındaki ilişki de bu şekilde kavranılabilir. Özetle, direniş komiteleri çalışması, en geniş kitle çalışmaları içerisindeki en dar kadro çalışmalarının temel alınması ilkesi doğrultusunda ve bu ilkenin hayata geçirilmesi mücadelesi olarak görülmelidir. Mücadelenin bu şekilde kavranılması, bir bakıma, devrimci eylemin, halk yığınları ile organik bağların kurulup geliştirilebileceği bir zemin üzerinde yükselmesi gereğinin; öncünün devrimci mücadelesinin bütün halkın devrimci mücadelesine dönüşmesini sağlayabilecek bağlantıların ve partinin bunların organizasyonunu sağlayabilecek bir niteliğe sahip olması gereğinin somut bir sonucu ve ifadesinden başka bir şey değildir. Ülkemiz bugün devrimci iç savaş dönemindedir. Savaşın, emperyalizmin doğrudan bir müdahalesine karşı sürdürülen, ulusal yanının ağır bastığı bir niteliğe bürünmediği bütün dönemlerde (hangi ara aşamada olunursa olunsun), savaşın (sınıfsal yanı ağır basan) bir devrimci iç savaş olma özelliği devam edecektir. Kuşku yoktur ki bu savaşın niteliğinin, uzun, iniş çıkışlı ve karmaşık bir muhtevada olması, düz bir çizgi üzerinde gelişmeyecek olması, halk iktidarının birer nüvesi olan direniş komitelerinin gelişimi ve biçimlenişinin de basitçe bir olay olmayacağı sonucunu beraberinde getirmektedir. Direniş komiteleri en gerçek şekliyle, bu karmaşık sınıf mücadelesinin sıcak pratiği içinde oluşacaktır. DİPNOTLAR |
|
Biradım Dergisi Web Grubu 2003-2004 email: web@devrimciyol.org